Barışı nerede arıyorsunuz?

Dünyada şiddetten barışa ulaşılmış her durumu tek tek incelememiz, çalışmamız, hasımı nasıl yeneriz diye değil, kavgayı nasıl bitiririz diye düşünmemiz lazım.

Şimdi dünyaya ve uluslararası ilişkilere nasıl baktığımızı gözden geçirmenin zamanı. Uluslararası ilişkiler için iç siyasetten ayrı kuramlar üretiyoruz çünkü iç siyasette her şeyin üstünde bir devlet var. Devlet kurallar getirir, hukuku vardır ve ona uymayanları cezalandırma yetkisine sahiptir. Her devleti bir insan gibi düşünürsek, devletlerin kanunsuz, otoritesiz bir dünyada yaşadığını görürüz: Anarşi! Bu nedenle uluslararası ilişkiler hakkında 2000 seneyi aşkın süredir yazanlar, insan doğasını çözmeye çalışır. Başında bir otorite, bir devlet olmayınca insan nasıl davranır? Bunu anlarsak, devletlerin de nasıl davrandığını çözebiliriz derler. İnsan doğasını çözmek, ne kadar basit, değil mi? Bunun için de insan doğası hakkında savlar geliştirir ve bunlardan yola çıkarak uluslararası siyaseti açıklarlar. Yani bütün dışişleri analizlerinin temelinde insan tabiatı ve ilişkileri hakkındaki farklı inançlar bulunur. Bunları anlarsak neden herkesin aynı soruna farklı çözümler önerdiğini de anlamaya başlarız.

Tabii ilk tez, karamsardır. İnsan doğası iyi değildir, der. O halde kim güçlüyse, onun dediği olur ve akıllıca olan daima gücünü ve karşının gücünü hesaplayıp, ona göre davranmaktır. Güçlüden acıma ya da adalet beklemek saflıktır ve insanı ancak felakete götürür. Devletin olmadığı yerde, adalet de yoktur. Yani devletler arasında tek geçerli olan kural, güç arttırmaya çalışmak ve daima kendini savunmaktır. Bunu yapmamak yok oluşla sonuçlanacaktır. Koca devletler böyle yok olur. Devletler birbirine "güven"mez, birbiriyle arkadaş olmaz. Ortak çıkarlar etrafında ittifak kurabilirler ve tüm ittifaklar geçicidir. Bunu iddia edenler, kendilerine gerçekçiler derler. Çok iddialı bir nitelendirme. Gerçeğin kendi tekelinde olduğunu savunan, geri kalan herkesi gerçeği anlamaktan aciz hayalciler olarak damgalayan bir sıfat. Gerçekçilere göre savaş kaçınılmazdır. Onlar, bir devletin savaşı karlı gördüğü yerde savaş başlatmasını doğal bulur. Sadece uyarırlar, kazanamayacağın savaşlara girme, kendi gücünü olduğundan büyük, karşınınkini de olduğundan az görme. Güç sadece silah değildir, iman gücüdür, ittifakların gücüdür, coğrafyanın engelleridir… Pek çok şeydir. Hepsini hesap et. Planını en kötü duruma göre yap. Gerçekçilerin savaşlara itirazı ahlaki olmaz. Kazanıp, kazanmama hesabına göre olur. Türkiye sınır dışına çıkıyorsa, hesap kitap yapıp, bu işten Türkiye daha güçlü mü çıkar diye hesaplarlar. Can kaybı sadece güce etki ettiği ölçüde önemlidir. Gerçekçiler Türklerin ve komşularının -ki buna kendi devleti olmayan Kürtler de dahil- temel çıkarlarının birbirine ters olacağına ve daima birbirleriyle düşman olacaklarına inanır.

Bu tezin karşısına önce idealistler çıkar. Hak, hukuk, adalet ve insanın içindeki hakkaniyet duygusundan bahsederler. Ne olduğunu değil de, ne olması gerektiğini konuşurlar. İdealizm bazen başını kaldırır gibi olsa da, genel olarak tarihin sayfalarına gömülmüş gibidir. Çünkü "ne olması gerektiği" felsefi olarak değerli bir soru olsa da, dünyayı, devletleri ve ilişkilerini anlamak için faydasızdır diye düşünür çoğu insan. Halbuki çok aşağıladığımız idealizm, beklemediğimiz yerlerde karşımıza çıkar. İnanmış siyasetçilerin ve teknokratların planlarında, hayallerinde görürüz. Gerçekçi bir dille konuşurken, aradan idealizm sızar. Çünkü idealizm ulaşılacak bir hedef, bir umut vaat eder. İdealler olmadan kurulan bir düzeni kimse tam sindiremez. Kendilerine "bu dünya böyle" diye tekrar edip dursalar da. Ama ideallere göre de, gerçekler değerlendirilemez elbet. Avrupa Birliği, gerçekçi nedenlerle desteklenmiş, liberallerce kurulmuş olsa da, özünde idealist bir projedir. Kant’ın sunduğu ideallere dayanır. İdealistler, Türkler ve Kürtler aynı coğrafyanın insanlarıdır, hangi devlet çatısı altında olurlarsa olsunlar birlik olmalı, barış içinde yaşamalıdır, derler. Bunun için farklı öneriler getirebilir ama temelde barış ve kardeşlik ideali etrafında birleşebileceğimize, savaşları sonsuza dek bitirebileceğimize, hatta bir dünya devleti kurabileceğimize inanırlar. Bunun için planlar yaparlar.

Yeni Gerçekçiler, gücün paylaşımınından başlarlar söze. Güç göreceli bir şeydir. Birinin gücü artarsa, diğerininki azalıyor demektir. İki devletin gücü aynı anda artamaz. İkisi de askerî gücünü arttırabilir, ikisi de zenginleşir ama hangisi daha çok arttırdıysa gücünü, o kazanıyor demektir. Sonuçta mesele güçlenmek değil, daha güçlü olmaktır. Daha güçlü olan hayatta kalır. Güç, askerî güç, her şeyin temelidir. Ekonomi de ona yardım ettiği kadar önemlidir. Ve savaş bazen kaçınılmazdır ama mümkün olduğu kadar da kaçınırlar. Ve insan doğası değişmeyeceği için, devletlerarası ilişkilerde hep aynı kurallar geçerli olacaktır. Binyıllar geçse de, doğanın kuralları değişmez. Yeni Gerçekçiler, çoğu savaşa "gereksiz" diyerek karşı çıkarlar çünkü ülkeyi güçlendirmeyen savaş zararlıdır. Savaşa hiç karşı olmadıkları halde, savaş zamanı geldiğinde en çok itiraz eden grup da budur Amerika’nın son 50 yılında. Savaşların çoğunun ülkeyi güçlendirmediğini savunurlar çünkü. Zira onlara göre hayatta kalmak hedefse, hayatta kalmaya yardım etmeyen her hareket zararlı ya da en iyi ihtimalle anlamsızdır. Devletlerin çıkarları değişmez. Türkiye ile komşuları anlaşamayabilir. Birbirlerine karşı silahlanmaları da doğaldır. Ama savaş konusunda dikkatli olunmalıdır. Gerçi yeni gerçekçiler, dünyada ABD ve Rusya gibi belli başlı birkaç devlet dışındaki devletleri çok da önemsemez, sadece büyük dünya güçlerinin hareketlerinin önemini vurgular, diğerlerinin onlara göre pozisyon alabildiğini söylerler. O halde amaç dünya gücü olmaktır, çünkü bu hayatta kalmanın en iyi yoludur. Bu perspektiften bakınca Türklerin devleti vardır, Kürtlerin devleti yoktur. Yenı Gerçekçilik, hayatta kalma çabası nedeniyle, Türkiye’nin daima Kürtlerin devletleşmesini engellemek ve dünyada gücünü arttırmak, Kürtlerin de devletleşerek uluslararası ilişkilerde var olmak için çabalayacağını ve bu nedenle kavganın hiç bitmeyeceğini söyleyecektir.

Bir de Yeni Liberaller var. Eskinin idealistlerine benzemezler. Evet, insan doğası çıkarcıdır ve hayatta kalmak ister. Devletin gücü önemli, hayatta kalması ilk amaçtır, buraya kadar tamam, derler. Ama insanlar sadece savaşmaz ki, diye devam ederler; devlet olmasa da, ortak çıkarları için bir araya gelip, işbirliği yapabilen varlıklarız. Refah, insan hakları, çevre? Bunlar önemsiz mi? Bu konularda işbirliği yapabiliriz. İki taraf da kazanabilir der, bir yeni liberal, pastayı büyütürsek, pastada herkesin payı artmaz mı, diye sorar. Karşılıklı çıkarlar doğrultusunda işbirliği yapıldıkça, savaşın kâr getirmeyen bir şeye dönüşeceğine ve barışın gelebileceğine, savaşların azalacağına inanır. Bu da kurumlarla mümkündür. Bir sürü uluslararası kurumda, pek çok konuda işbirliği yaptıkça, savaşmak gittikçe anlamsızlaşacak, düşmanlıklarımıza değil, ortak çıkarlarımıza odaklanmak devletlerin de işine gelecektir. Kim ister en büyük ticari ortağı ile savaşmayı? Temel aktörler yine devletlerdir. Ama Kürtler devletleri olmasa dahi, Türkiye ile ortaklıklar yapabilir, sanayi, ticaret, turizm, çevre, sanat, aklınıza gelecek her konuda geliştirilecek ortaklıklarla ilişkilerini geliştirebilir ve barışın bozulmasını istenmeyen bir şey haline getirebilirler.

Marxistler ise önce milletin anlamsız bir kategori olduğunu, sadece sınıfın önemli olduğunu savunurken, 100 yıl önce milletin de önemli olduğunu kabul edip, sınıf ve devleti birleştiren bir uluslararası ilişkiler kuramı atarlar ortaya. Uluslararası ilişkiler düzeni fakir halkların içindeki işçi sınıfının sömürüsü üzerine kurulmuştur ve çarpık düzen, ancak içerdeki işbirlikçilerin güçlü devletlerle yaptığı işbirliği sonucu mümkündür. Kapitalizm dünyada hâkim olduğu sürece, bu düzenin değişmesi mümkün değildir ve halk içeride işbirlikçi kapitalistler, dışarda ise güçlü emperyalist devletler tarafından çifte sömürüye maruz kalır. Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları da bu sömürüde sus payı aldıkları için, onun parçası olurlar. Kendi patronlarınca sömürülürler ama onlar da fakir halkların işçilerinin sömürüsünden bir nebze zenginleşirler. Marxist teoriler tek çarenin kapitalist düzenin yıkılması ve bu sömürü düzeninin sona ermesi olduğunu söylerler. Bu düzende Türkiye’nin sınırı içinde ve dışında Kürtlerle gerginlik ve sıcak çatışma içinde olması kaçınılmazdır çünkü emperyalist devletler güçlerini sürdürebilmek için sürekli daha az gelişmiş ülkelerle ve halklarla oynar, onları birbirine düşürürler. Çözüm bu dünya düzenini toptan değiştirmekten geçer.

İnsan doğasını değişmez, sabit bir şey görmeyen İnşacılık’ı da saymalı. İnsanın dünyaya bakışını, davranışını değişmez bir öz değil, ilişkileri, bağlam belirler der. İnsan insana güvenmez mi? Çoğu insan annesine sonsuz güvenir çünkü onunla öyle bir güven ilişkisi kurmuştur. Çocuğu için olmayacak fedakârlıklar yapar. Ama aynı insanlar, rakip olarak gördükleri insanlara mesafeli ve rekabetçi davranırlar. Düşman olarak gördüklerine karşı ise daima savunmada olur ya da saldırırlar. Yani insan doğası değil, ilişkiler ve o ilişkilerde karşılıklı geliştirdiğimiz normlardır davranışlarımızı yönlendiren. Ve ilişkilerin bir özelliği sabit olmamaları, zamanla değişebilmeleridir. O nedenle İsveç ve Norveç tarih boyunca savaşmış olsa da, bugün savaşmalarını düşünmek bile komik gelir bize. İlişkilerinin dinamiği ortak çıkardan, ittifaktan ibaret değildir. Artık bu ülkeler birbirine güveniyor, birbirlerini dost, hatta kardeş olarak görüyor. Aynı değerler etrafında birleşiyorlar, aynı kurallara göre oynuyorlar oyunu. Aynı dili konuşuyorlar. Ama Norveç, Japonya’yı rakip, Ortadoğu’daki bir ülkeyi de düşman olarak görebilir. Ve her birine ayrı kurallar uygular, insanlar gibi. İnşacılar, geçmişin geleceği belirlediğine inansalar da, değişmez kurallara ve çıkarlara inanmazlar. Türkiye içerde ve dışarda Kürtlerle ilişkilerini geliştirebilir, onları asli unsuru ve güvenilir dostu olarak görebilir ve Türkiye dışında yaşayan Kürtler de Türkiye’yi bir gün düşman ya da rakip değil, gerçek bir dost olarak görebilir. Bunlar asla olmayabilir, ama olabilir de. Dünyaya Gerçekçi gözlüklerle bakarsak, o kurama uygun bir dünya kurarız ama çıkarlarımızı çıkarlarımızı farklı inşa edersek, her şey değişebilir.

Gerçekçilik, Aydınlanma ile çok uyumlu bir kuram değil çünkü Aydınlanma felsefesi insan doğasının iyileştirilebilir, tarihin iyiye doğru ilerletilebilir olduğu inancı üzerine kuruludur. Oysa gerçekçilik hiç değişmez bir döngüden bahseder. Alabildiğine karamsardır. Durağanlıkla, insan doğasının değişime açık, işbirlikçi yönlerini görmemekle, insanların güç dışında pek çok isteği olduğunu göz ardı etmekle eleştirilir. İdealizm nasılına yeterince odaklanmadan, ideallerden bahsetmekle, yeni liberal kurumcular ise Amerika’nın kurduğu uluslararası kurumları yüceltmekle ve insan doğasını anlamadığı için güç sorununa yeterince eğilmemekle eleştirilir. Marxistler ideolojik olmakla ve olmayacak bir devrimin peşinde koşmakla eleştirilir. İnşacılar ise her nebze göre şerbet vermektedir ve devletler arasında dostluk olabileceği iddiası bir tür idealizmdir.

Ancak devletlerin değişmez çıkarları, kadim dostluk ve düşmanlıklardan bahsederken uzun uzun düşünmemiz gerekiyor. Çünkü devlet çıkarları en nihayetinde dünya algısına bağlı. Fransa ve Almanya kadar çok savaşmış, birbirlerinin halklarını katletmiş iki devlet daha bulmak zor. Çok değil, 1945’e kadar da bu böyleydi. Bugün ise can ciğer kuzu sarması gibiler. Belki kardeş değiller ama dostlar. Zaman zaman rakipler ama savaşmak asla akıllarına gelmez. Oysa sorsak, 80 yıl önce coğrafyaları ve tarihleri nedeniyle ilelebet birbirlerine tehdit olmalarını pek çok kişi kaçınılmaz görecekti. Tarih de, coğrafya da kader değildir. Evet önemlidirler, belirleyicidirler, ama kader olduklarını söylemek başka bir şeydir. Peki çıkar nedir? Çıkar, biz neyi çıkarımız olarak görüyorsak odur. Komşularımızla aramızdaki ilişkinin Norveç ve İsveç gibi olmasını engelleyen şey kendi dimağımız belki de. Her önüne gelen çomak sokuyorsa coğrafyamıza, ki sokuyorlar, neden karıştırdıklarından çok, neden karışmaya bu kadar müsait olduğumuzu sorgulamamız gerekir. Aynı şey aynı siyasi çatı altında yaşayan farklı kimlikler için de geçerli.

Çok muğlak gelebilir bu kuramlar. Ama bir yerden başlamak lazım. Daha somut, bizi barışa çıkaracak yollara varmak için, düşünülmüş şeyleri okuyup, takıntılarımızdan sıyrılıp, millet ve milliyetçiliğin çıkışı başta olmak üzere, tarihi anlamamız lazım. Bizi barış yoluna hamaset dili ve silahlar sokmayacak. Dünyada şiddetten barışa ulaşılmış her durumu tek tek incelememiz, çalışmamız, hasımı nasıl yeneriz diye değil, kavgayı nasıl bitiririz diye düşünmemiz lazım. Dünyaya ve insana bakışımız gerçekçilerden yana olabilir ama bunun sadece bir bakış biçimi olduğunu da bilmeliyiz. Barış topyekûn bir mücadeledir. Felsefe, tarih, eğitim, kurumlar, yasalar, baştan kurulacak ilişkiler, psikolojik tedavi gerektirir. Kimi yaraları deşmemiz ve acı gerçeklerle yüzleşmemiz lazımdır. Kimi yaraları ise hemen pansumanlamamız gerekir. Ama beklemekle gelmez barış. Oturduğumuz yere uğrayacak bir otobüs değildir. Bir ağaçtır, tohumunu bulup ekmemiz, aşılamamız, uzaklardan su getirip sulamamız, fidanını keçilerden korumamız gerekir. Zaman gerektirir, çaba gerektirir, en çok da barışa niyetlenmeyi ve asıl zaferi barışta görmeyi gerektirir.

*Uluslararası İlişkiler kuramlarına hâkim olan okurların, yer sıkıntısı nedeniyle oldukça eksik ve indirgemeci sunduğum kuram özetlerini hoş görmelerini rica ederim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi