TÜSİAD olayı ve önemli evveliyatı

TÜSİAD iktidara çok sert ve kapsamlı eleştiriler yöneltti. Elbette TÜSİAD ne melek ne de şeytan. Kamu dışı milli gelirin %50’sini temsil ederek dırıltısız bir ülke talep ediyor, kendisi açısından tamamen rasyonel davranıyor.

Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği TÜSİAD sakin bir üslupla iktidara sert, çok önemli ve çok kapsamlı eleştiriler yöneltti.

Değinmediği kalmadı. Sadece yangınlar, maden çökmeleri, depremler gibi kötü yönetilen felaketlere değil, sadece enflasyona değil, siyasi atmosferin dayanılmaz hale geldiğine, Ayşe Barım olayına, teğmenlere, belediyelerdeki tutuklamalara, tutuklamaların kural haline geldiğine kadar her şeyden bahsetti.

Sistemin çöktüğü sonucuna ulaştı.

Bununla da kalmadı, “Sorumlular görevden ayrılmalı, hesap vermeli ve yerlerine yetkin kişiler gelmelidir” diyerek, üstü kapalı biçimde bir tür iktidar değişikliğinden söz etti.

TÜSİAD’cılar, ayrıca Perspektif: 2025 Dönüşüm ve Gelecek İçin Yol Haritası ve Öneriler adlı bir kitapçığı da paylaştı. Burada ekonomik kalkınmanın iki ana yapısal reforma bağlı olduğu söyleniyordu:

1) Eğitim ve Liyakat;

2) Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsız Yargı.

Daha ne söylensin.

Tabii, Tek Adam İktidarı ve basını çok büyük tepki gösterdi. Hemen soruşturma da açıldı. Hürriyet’te A. Selvi, olayı demokrasiye karşı çıkış olarak yorumlayan şu sonuca vardı: “TÜSİAD’ın seçilmişlerle sorunu var.”

Fakat Selvi, yazısını “Ama TÜSİAD hakkında soruşturma açılmasını doğru bulmuyorum. TÜSİAD’a soruşturma açmak TÜSİAD’ın iddialarına katkı sağlamış olur” diye bitirerek TÜSİAD’ın siyasi eleştirilerinin doğruluğunu kabul etmiş oldu; o da ayrı bir ironik durum.

***

Kestirmeden söyleyelim, TÜSİAD ne melek ne şeytan. Kamu dışı milli gelirin %50’sini temsil ederek kurumlar vergisinin %80’ini ödeyen, İstanbul merkezli 4.500 şirketten oluşarak Türkiye büyük burjuvazisini temsil eden bir kulüp.

Bu niteliğiyle, işlerini yürütüp para kazanmak için dırıltısız bir ülke talep ediyor.

Bu dırıltısızlığın nasıl sağlanacağı o kadar önemli değil; devirlere göre değişebiliyor. Hatta, bu sert çıkışa TMSF’ye özel şirketlere el koyma yetkisinin verilmiş olması da katkı yapmış olabilir. Fakat şunu kabul etmek lazım ki dırıltısız ülke isteyerek kendisi açısından tamamen rasyonel davranıyor TÜSİAD.

***

Bu son önemli uyarı da istisnai olarak ve durup dururken yapılmadı. Bunun çok derin bir evveliyatı var; en fazla otuz yıl geçmiş olmasına rağmen nedense kimselerin hatırlayıp yazmadığı bir evveliyat. Türkiye Zenginleri’nin Türkiye Burjuvazisi’ne dönüşme sürecini (yani hukuk olmadan istikrar, istikrar olmadan da para kazanmak imkansızdır biçimindeki demokrasi şartı’nı) anlayabilmek için olmazsa olmaz nitelikte bir evveliyat. Bunu özetleyeceğim.

Daha öncesi de var ama 1995’ten başlayalım.

***

Ağustos 1995’te, PKK’nın etkileri henüz sürerken, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), SBF Profesörü Doğu Ergil’in bölge halkı ve seçkinleriyle konuşarak hazırladığı bir Doğu Raporu yayımladı. Burada Kürt sorunu tanımlanıyor, tahlil ediliyor, bölge halkının "Bir Kürt olarak Türk vatandaşı" sayılmak istediği belirtiliyordu.

Gerçi rapor çıkınca bugün TOBB yetkililerini endişelendiren kadar gürültü çıktı ama, ilk defa burjuvazi, orta kesimi aracılığıyla böyle bir rapor yayınlıyordu. Çünkü Güneydoğu Sanayici ve İşadamlan Derneği GÜNSİAD bu bölgede ticaretin öldüğünü TOBB'a, ürettiği malların artık satılamadığını da TÜSİAD’a duyurmuştu sonunda.

Nitekim, bu rapordan 6 ay sonra TÜSİAD, Ocak 1997’de İstanbul Hukuk Profesörü (rahmetli) Bülent Tanör’ün hazırladığı bir rapor yayınladı: “Türkiye’de Demokratikleşmenin Perspektifleri.”

Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığına bağlanması gibi askerleri rahatsız edecek radikal önerilerin de yer aldığı Rapor’da Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) ifade özgürlüğünü zedeleyen 8. maddesinin ve Kürtçe yasaklarının kaldırılması, anadilde eğitim hakkının sağlanması, imam-hatiplerin ilk 3 yılının kapatılması, bu okullara kız öğrenci alınmaması ve genelde (1982 Anayasası’nın getirdiği) zorunlu din dersinin kaldırılması gibi talepler yer almaktaydı.

***

Bu TÜSİAD raporundan da tam 1 ay sonra, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nun askerî kanadının yayınladığı ünlü Genelkurmay bildirisi geldi. Bildiri, İslamcı kadroların yayılmasını durdurmak ve devrim yasalarını uygulamak için gerekli önlemlerin alınmasını hükümetten istiyordu. Arkasından TSK, “28 Şubat Süreci” diye adlandırılacak bir dizi brifing başlatarak şeriatçılığı en tehlikeli düşman ilan etti.

Durum, Ekim 1997'de MGK tarafından yayınlanan "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"yle yazıya da döküldü. Belge, "Bölücü ve irticai faaliyetler eşit ve birinci derecede önceliklidir" biçiminde nispeten alışılmış hedefler gösterirken, "Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır" ve "Kamusal alana kaymamak üzere mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır" gibi o ana kadar alışılmamış şeyler de söylüyordu (Hürriyet, 04.11.1997).

Koalisyon protokolüne göre Başbakan N. Erbakan ile yardımcısı T. Çiller'in yer değiştirme işlemi sırasında CB Demirel görevi Mesut Yılmaz'a verince İslamcılar kovuşturulmaya, tarikat yurtları teftiş edilmeye, kilit resmî görevlerdeki İslamcılar başka yerlere tayin edilmeye, kimi vali ve kaymakamların İslamcı eğilimleri araştırılmaya, 1997'de sayıları 800'e ulaşmış olan dinci vakıflar denetlenmeye başlandı.

Ama hepsinden önemlisi, zorunlu ilköğretimin 8 yıla çıkartılması sonucu imam-hatiplerin orta okulları kapatıldı ve İslamcı akımın 11-12 yaşındaki çocukları yetiştirerek kadro üretme sürecine en büyük darbe vurulmuş oldu.

Bunun konumuzla ilgisi şuydu ki TÜSİAD, daha Eylül 1990’da yayınladığı Eğitim Raporu’nda zorunlu temel eğitimin 5 yıldan 8’e çıkartılmasını talep etmişti (Cumhuriyet, 20.09.1990).

***

Türkiye büyük burjuvazisinin bu büyük tutum değişikliğini anlayabilmek için, ilk önce, 1993'te doruğuna çıkan PKK faaliyetinin 1994'ten sonra önce durdurulduğunu, sonra da kontrole alındığını bilmek gerekiyor. 1997'ye gelindiğinde, PKK ayaklanması bütünüyle askerî denetime alınmış, askerlerin bu açıdan çekinecekleri temel bir durum kalmamıştı. Diğer yandan, Susurluk rezaletinin ortaya çıktığı bir ortamda, bu "kirli savaş"ın Güneydoğu’da uyuşturucu ticaretini patlattığı haberleri büyük olasılıkla askerleri de çok rahatsız ediyordu.

Şubat 1973’te Komünizmi Türkiye'nin 1 numaralı düşmanı ilan eden ve 12 Eylül'den sonra da İslamcılığı inşa eden Silahlı Kuvvetlerin ve onu bu ortamda destekleyen burjuvazinin bu ciddi tutum değişikliğinin nedeni açıktı: Bir yandan Komünizm diğer yandan da silahlı Kürt milliyetçiliği, yani "2K", artık tehlike olmaktan çıkmıştı. Her iki kesimin bu tutumu, ayrıca, dönemin uluslararası eğilimleriyle de tam bir uyum içinde bulunuyordu.

Burada bir mukayese parantezi: Bugün de bu 2K yok, ama Trump’ın temsil ettiği uluslararası eğilimlerle uyum olmaması TÜSİAD’ın girişimini daha da önemli kılıyor.

TÜSİAD bundan sonra Türkiye'de insan hakları ihlallerini ortaya koyan ve bunların önlenmesini isteyen çok sayıda belge ve demeç yayınlayacak, hatta, “M”si “Müslüman” diye yorumlanan Müstakil Sanayiciler ve İşadamları Derneği MÜSİAD'ın İsrailli firmalarla iş yapmaya başlayarak küreselleştiği/liberalleştiği ortamda Türk iş insanları bunun gerekçesini ortaya açıkça koyacaklardır. Hatta, “Anadolu Kaplanları”nın Konyalı prensi Kombassan Holding’in (şimdiki adı: Bera) “Yerel pazar yoktur, global pazar vardır. O pazar bütün dünyadır” (Sabah, 30.10.1998) diye gazete ilanları verdiği bir dünyada.

Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Bülent Atuk şöyle diyecektir: "Avrupa'da ve Amerika'da 'Made in Turkey' etiketli bir tişört giydirebilmek için bile olumlu bir ülke imajına ihtiyaç var”. TOBB Başkanı Fuat Miras ise şöyle konuşacaktır: "[Demokratik anayasal değişikliklerin yapılmaması] ticaretin önündeki en büyük engel. Ticaret önemli derecede olumsuz etkileniyor. AB yardımlarından yararlanamıyoruz, dış kaynak gelmiyor, finans kuruluşları kredi açmıyor" (Milliyet, 25.06.1999).

***

Yine de AB olağanüstü sıkıştırdığı, burjuvazi de tamamen desteklediği halde, Türkiye AB'ye Katılım Ortaklığı Belgesi’nde verdiği sözleri Ulusal Program'a katmamakta direndi. 2001'in ortasına gelindiğinde rejim, bir yandan Batı sisteminin altyapısını (uluslararası kapitalizm) adım adım kabul ederken, üstyapısından (demokrasi ve insan haklan) çekinmeye devam etti ve Susurluk faillerini korumayı sürdürdü.

Çünkü, Komünizmin yenilmesinden sonra, Türkiye'deki yolsuzluk zincirinin artık anti-komünist söylemle örtülmesi olanağı kalmamıştı ve anti-komünizme yapılmış bunca mali, ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal yatırımın yeniden başka bir iç ve dış düşmana yönlendirilmesi sağlanamadan (E. Kongar, Cumhuriyet, 29.01.2001) Susurluk'un gerçek neden ve suçlularının açığa çıkması bu yolsuzluk zincirini tamamen koparıp atabilirdi.

***

Bu tarih özetini şunun için yaptım ki, bunca senedir güneşin altında yeni bişey yok diyor TÜSİAD.

Hatta, bir mukayese daha: Bu yolsuzluk zinciri şimdi de Tek Adam Rejimi altında bir yandan İslamcılıkla, diğer yandan büyük baskılarla sürüyor.

***

Diğer yandan, 2025'e gelindiğinde, Kürt sorununa çözüm ufukta gözükmedi. "Kürt sorunu değil, terör sorunu" söylemi devam ediyor.

Bakalım son girişim ne olacak.