12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi hakkında ‘içerden’ birkaç not

12 Eylül, Türkiye’de bir kanlı zulüm devridir kuşkusuz ama Cunta’nın cürüm çetelesinin başına yazılacak birinci madde herhalde Diyarbakır Cezaevi’dir.

Sonuçta diğer her şeyi tartan bir suç toplamı olarak değil kuşkusuz ama tekil olaylar kıyasında Diyarbakır Cezaevi’nde olanlar, Cunta’nın boynuna asılı duran, hep asılı duracak olan en ağır insanlık suçu levhasıdır. Vahşeti kıyaslama imkanı yok… Bu yüzden "dünyanın, tarihin en kötüsüdür" gibi tartışmalı genellemelere gerek de yok.

Bazı "en kötü" listeleri gördüm. The Times yapmış böyle bir liste. "Dünyanın en korkunç 10 hapishanesi" diye… Diyarbakır da var listede. Ama sapla samanı karıştırmış. Yaşam koşulları aşırı kötü, sağlıksız, baskıcı cezaevleri ile iktidarların muhalif siyasi tutsakları fiziki, ideolojik, kültürel, etnik olarak imhaya yöneldikleri ve işkence merkezine çevirdikleri cezaevleri aynı sıralamalarda yer almış. Latin Amerika’nın, Afrika’nın isyanlar, mahkum çatışmaları, rezil koşulları nedeniyle sık sık gündeme gelen cezaevleri ile İran’ın Evin Cezaevi, İsrail’in yer yüzü cehennemi Camp 1391’i, ABD’nin Guantanamo’su, Ebu Gureyb’i (Irak), Diyarbakır ve diğer "siyasi" cezaevleri başka bir kategoridir çünkü.

Kapatıldı mı bilmiyorum… Ebu Gureyb Cezaevi’nden sızmış işkence görüntülerini gördüğümde… Askerlerin kimliklerini filan fark edinceye kadar bir an Diyarbakır sandığımı hatırlıyorum. ABD’li kravatlı yamyamların, "düzmece kurtarıcılık" misyonuyla perişan ettikleri Irak’a girdiklerinde, direnişçileri tutuklayıp en aşağılık, en iğrenç işkencelerden geçirdikleri yer…

Evin Cezaevi, önce ABD kuklası İran Şahı’na… Sonra İslamcı İran rejimine "hizmet" verdi. Sırf ABD’yle didişiyor diye "ilerici" kabul edip mollaları destekleme gafletine düşen İran solunun kıyımdan, kırımdan geçirildiği yerdir.

Diyarbakır’da, 1985 veya 1986 olabilir… İç güvenlik sivile geçmişti diye hatırlıyorum. Bir gazeteci grubu ile hücre koğuşunda (35) görüşme oldu. Sözcü seçilen arkadaşlar açıklamalar yaptı. O sırada bir fırsatta -yanlış hatırlamıyorsam, gazeteci Füsun Özbilgen’di, gizlice özel bir not verdik. Not derken kısa birkaç satırlık bir şeyden söz etmiyorum. Cinayetleri anlatan uzunca bir nottu. Bunu takip etme imkanı yoktu, o notlardan bir şeyler yazıldı, çizildi mi bilmiyorum. Birçok duruşmada bu isimler, cinayetler mahkemelere verildi. Bizim bir duruşmamızda da anısı sonsuz olsun Serdar Can, iç çamaşırında cinayet listesini mahkemeye taşıdı.

Diyarbakır cezaevi çok kanlı çarpışmalardan geçti. Çünkü başındaki iç güvenlik amirine verilen misyon, hukukun öngördüğü şekilde, "tutukluların güvenle muhafaza edilmesi" değildi. Üç beş manyamış, yoldan çıkmış işkencecinin gözden ırak işi değildi olanlar. Cunta, tasarladığı kırımcı asimilasyonu ağır cinai bir saldırı ile icra etmiştir orada. 

İnsanın, uğradığı zulmü anlatırken, lafını bir tık yukardan kurmaya meyilli olduğunun farkındayım tabi. Yine de Diyarbakır’ı, "tüm cezaevlerinde işkence vardı" gibi bir genellemenin içine atmayı çok da sindiremiyorum. İşte bu insana has meyilden muzdarip olduğum düşünülebilir ama bilançodan gidelim: Bu cezaevinde bazı sayımlara göre 63 kişi hayatını kaybetti! (Koğuşlara bile gelemediği için, kimsenin görmediği başka kaç cinayet oldu, bilemiyorum.) Bu 63 kişinin yarıya yakını ölüm oruçları, direnişlerdeki kayıplardır. Kalanı ve çoğu fiilen işkenceyle öldürmedir… O yüzden Diyarbakır’ı değerlendirirken, başka bir boyuta çıkıp bakmak gerekir. Diyarbakır, öncelikle Kürt tutsakların ağırlıkta olmasıyla farklılaşır. Cunta’nın şiddette azıya almasını bu açıklar diye düşünüyorum. Diyarbakır, bir işkence, yıkım laboratuvarı gibi iş görmüş olabilir. Bu açıdan cuntanın izlediği bir yer de olabilir. Çünkü işin içinde, kaba saldırı ve işkencenin ötesinde bir politika tasarımı olduğunu sezdiren şeyler de vardı. Mesela koğuşlara, zaman zaman kadın fotoğrafları dolu Olay, Tan gibi gazeteler atılırdı. Beş onar tane… Ne umuyorlardı acaba? Tersini bilirdik. Askerde, cezaevinde yemeklere cinsel dürtüleri baskılayan ilaçlar, maddeler katıldığı konuşulurdu. Peki neden Diyarbakır’da kadın fotoğraflarıyla dolu magazinler atılıyordu içeri?

Başka bir örnek vereyim… Merkezi hoparlörden ırkçı tehdit nutukları çok sıktı da… Koğuşlara vaiz getirmek neydi? Bir tasarımı olduğunu göstermiyor mu? 26’ncı koğuştayız. 120 kişi var. Okumuş yazmış 120 kişi. İçimizde öğretim üyeleri, doktorlar, belediye başkanları var. Bir kara cahil vaizin karşısına diziyorlar. 2 saat din anlatıyor adam. İmana davet ediyor filan… Koğuşlarda oruç tutan, namaz kılan kimselere karşı daha ılımlı, gözeten, pozitif ayrımcı bir yaklaşım da dikkat çekiyor. Diyarbakır’ın kavurucu sıcağında, susuzluktan damaklarımız kurumuşken, (Hakkarili köylü Sabri Enç’i minnetle yad edeyim. Bir keresinde bayılma numarası yaptı ve gardiyanların tekme tokat girişmesine rağmen, taş kesilip kıpırdamayarak susuzluktan bayılmış numarası yaptı ve su getirtmeyi başardı. Olağanüstü bir performanstı☺) koğuşa yarım bidon su veren gardiyanın kullanım talimatı şöyleydi: "Önce namaz kılanlar abdest alsın, kalanı içersiniz!" 

Cezaevlerinde de öyleydi. İdam, öldürme ve işkence Cunta’nın "solu ezme" pratiğidir ama bu, yeni bir toplum tasarımının içindedir. Bugün geri dönüp baktığımızda, bazen, zulüm anlatısına takılıp kaldığımız, büyük fotoğrafı kaçırdığımız oluyor. Cumhuriyet, "Türk – Sünni" unsuru tabiiyet mavkii olarak kurdu. Diğer bütün etnik ve dini – mezhepsel aidiyetlere erime dayatarak "ulus" yaratmaya yöneldi. Bana öyle geliyor ki 12 Eylül Cuntası terkibi değiştirdi, politik bir yararcılıkla "Sünni – Türk" ayarına geçti. İşte bu noktada "din"in kullanımı devreye girdi. Cezaevlerinde bunu yaşadık. Çok kimse aynı fikirdedir. Bu günleri 12 Eylül’e borçluyuz. Bu icraatın içinde yaşandı Diyarbakır’da olanlar.

Diyarbakır Cezaevi’nin kalan izleri derseniz... 10 parmağımın sanırım 7-8'inde patlayıp dökülmüşlerin yerine çıkan yeni tırnaklar duruyor. Gariptir, var 30 yıl, hala yerinde oynayan ama bir türlü düşmeyen bir dişim var. Yumruk büyüklüğünde bir soğuk apsenin narkozsuz kesilmiş ameliyat yeri duruyor... Zatülcenp ve üstüne tüberkülozla zarar görmüş ciğerler duruyor. Başka ne duruyor? İnsan denen nesnenin içinden çıkan en alçak şeyle en şerefli şey arasındaki muazzam uzaklık ve bu iki uzaklık arasında insanlık hallerinin şaşırtıcı resmi geçidi... Nazım’ın, şiirde dediği gibi; 

"ve köylülerden paşalar görüldü

Kara donlu köylülerde."

Diyarbakır’da da karadonlu köylü çocuklarından işkenceci çıkardılar. İnsanlık halleri dediğim bu. Benim hala sallanan dişimin üzerinde patlayan yumruk, Ispartalı bilinen "üçbeş" lakaplı, kavruk bir köylü çocuğunundu. Çoğu siyasete bulaşmış görünmüyordu. İçtima nutuklarından kalan eğreti argümanları vardı çünkü. Peki nasıl bu kadar zalim işkencecilere dönüşebildiler? Rakel Dink’in o sözü geliyor aklıma: "Katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…"

Baskı ağırlaşırken, insan kalmakta direnenlerin, bize gizli gizli su, ilaç taşıyan askerlerin de birer birer kaybolduklarını gördük. Onların yerini, tam kadro bir çete almış oldu. Yarışarak zulmettiler ve genelde eğitimine göre dağıtılan erat rütbesi fiilen zalimlik ölçüsüyle yeniden dağıtıldı. Böylece bir er, sırf daha acımasız olduğu için fiilen çavuşların amiri olabildi.

Son bir not… Diyarbakır’dan söz ederken zulmün dışarıda da yürüdüğüne dikkat çekmek isterim. Benim kendi çevremden tahliye sonrası düşündürücü ölçüde fazla intihar da oldu. Bu vesileyle onları da anmak isterim; Cahide Karakaş, Ramazan Kılavuz, Haydar Söylemez, Remzi Şanlıoğlu, Sefer Bilgeç ve Gafur Özgörüş… Ramazan’la birlikte çok yol yürümüştük. Birlikte tutuklanmıştık. Darbeden 2 gün sonra, 14 Eylül’de. Üzerimdeki dokümanları filan alarak beni kurtarmayı denedi, olmadı. Urfa’da işkencehaneye çevrilmiş Kız Meslek Lisesi’nin bodrum katında sorgu ve cezaevi… Anıları sonsuz olsun. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi