Lozan Tartışmalarına Giriş Barış Mücadelesi ve Tarih Yazımı

Üzerinden yüzyıldan fazla süre geçmiş bir tarihsel vakayı, olguyu hala olgunlukla tartışamamak sadece tarih biliminin argümanlarıyla açıklanamaz kanaatindeyim. Tartışmaya siyaseti, politik psikolojiyi, eğitim politikalarının toplumsal etkilerini ve daha birçok şeyi katmak gerektiği ortada.

“Kritik eşiğin” ardından yeni bir döneme girerken, uzlaşma ve barış çabalarının değerine halel getirecek her cümleden sakınmak gerekir. Toplumsal barışı inşa etmenin zorluğunu, çatışma çözümünü çalışan uzmanlardan az duymadık. Hatta “Barış mücadelesi savaşmaktan daha zorludur” sözü hayli bir zamandır literatürümüze yerleşmiş vaziyette.

Sınırsız emeğin, büyük bir fedakârlığın, en son Sırrı abi örneğinde olduğu gibi ömrünü barış davasına vakfetmiş nice hayatın bedelleri üzerinde yükselen “çatışmasızlık eşiğinin” toplumsal barışa evrilebilmesi öncekinden kolay olmayacak daha zor bir süreci işaret etmekte.

Barış dili ile tarihi sorgulamak

Kapitalizm, ulusları ve ulus devletleri icat ederken tarihi de bir savaş sahası olarak inşa etti. Tarih başka uluslara, halklara, azınlıklara düşmanlıkların beslendiği, geçmişin ve ortaklıkların görünmez kılındığı, hep birilerine kılıç sallanan yada birilerinin arkadan hançer vurduğu bir satıh oldu.

En siyasallaşmış sosyal bilim dalı olarak tarih, devletlerin resmi ideolojilerinin yapı taşlarını döşemekle mükellef kılındı. Yıllar önce öğrenciyken “tarih felsefesi” dersini anlatan hocamız “resmi tarih olmak zorundadır” dediğinde şaşırmış, hayret etmiştim. Onlara göre tarihçinin görevi “resmi kurum ve kurullarca” belirlenmiş, kalıplaşmış fikirleri (doğmaları) yeniden üretmek, resmi tarih ve resmi ideolojiyi tahkim etmek ve yeni nesillere “ezberletmekti”.

Türkiye’de yanlış olduğu belge ve bulgularla ispatlanmış nice “tarihi doğru” okul kitaplarında mevcudiyetini koruyor. Kalıplaşmış, doğru olarak benimsenmiş bu doğmaları sorgulamayı bir kenara bırakın, tartışmaya teşebbüs etmek dahi bir anda bütün zillere basılmasını andıran bir koroyla karşılaşmaya sebep oluyor.

Tarih kitaplarında Kürt varlığı

Okutulan tarih kitaplarında Kürdün isminin geçmemesini nasıl izah etmek gerekir? Elbette, İnkılap Tarihi kitaplarında bir tek yerde Kürt Teali Cemiyeti anılırken ismi geçmektedir ama o da zararlı cemiyetler içerisinde sınıflandırmaya tabi kılınarak. Yani negatif bir algının yaratılmasına katkı amacıyla yer bulmuştur.

Bugün neredeyse Türk siyaset sınıfının kahir ekseriyeti Kürt-Türk kardeşliğine vurgu yapıp, bin yıldır ortak yaşadıklarına, nice badireye birlikte göğüs gerdiklerine söylemlerinde yer vermekte. Peki, tarih kitaplarında neden yok bunlar?

Türkler Anadolu kapılarına dayandıklarında onlarla ittifak kuran; Osmanlı’nın doğu sınırında Kanuni’nin tabiriyle etten bir sed oluşturan; Mustafa Kemal’in hareketini başlatmak için vilayetlerine sığındığı Kürtlere neden yer verilmedi tarih kitaplarında?

Osmanlı Devleti aynı zamanda Kürtlerin de devletiydi. Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kendi kimlikleriyle, kendi kültürleriyle, kendi yönetim usulleriyle devlet idaresine katılabildiler. Osmanlının yönetim kademesini oluşturan ilmiye, kalemiye ve askeriye sınıflarına mensup sayısız Kürt şahsiyetten bahsetmek mümkün. Kürdistan beyleri ve Kürt ileri gelenleri merkeziyetçilik politikalarına kadar İmparatorlukta çok büyük itibar, yetki ve güç sahibiydiler.

Osmanlı arşivlerindeki milyonlarca belge bu hakikatleri ispatlasa da ne gün yüzü görebildi ne de yazmaya cesaret eden birileri çıkabildi. Cumhuriyet rejiminin tarih üzerindeki tasallutu tekçi bir ulus inşa etmek için en şedit bir şekilde kullanıldı. Koca Osmanlı geçmişi “aşağılayanlarla” “yüceltenler” arasında sıkıştı kaldı. İsteyen işine geldiği gibi kullandı ama hakikat bir türlü kendisine yer bulamadı.

Bu anlamda politik bir savaş sahasına dönüştürülen tarih yazımından uzak durmak oldukça önemlidir. Yapılması gereken ise tarihin demokratikleştirilmesinden başka bir şey değildir. Yan yana yaşayan, iç içe geçmiş, ekonomisini, kültürünü, yaşamını birlikte ortaklaşarak var etmiş, yüzyıllara uzanan bir geçmişe sahip halkların aralarına duvarlar örerek, görmezden gelerek, ayrıştıran tekçi ulus ideolojileri tarih yazımına büyük zarar verdi. Tarihin demokratikleştirilmesi tam bu anlamda yapılanın tersine çevrilmesinden başka bir şey olmayacaktır.

Lozan’a giden sürece bakmak

PKK’nin fesih kararını açıkladığı 12 Mayıs 2025 tarihli metnin ardından bir Lozan tartışmasıdır gidiyor. İlgili metinde, Kürtlere yönelik inkâr ve imha siyasetinin kaynağı olarak Lozan ve 1924 Anayasasına atıfta bulunulması ciddi bir reaksiyon yarattı ve tartışmaya sebep oldu.

Tepki gösterenler memleketin “tapusu” olarak tanımladıkları Lozan’ın tartışmaya açılmasının egemenlik hakkına, Türk ulus devletine bir saldırı gibi yansıttı. Karşı çıkanlar ise Lozan’ın bir “tabu” haline getirildiğini dile getirip yine uzlaşmaz bir dille karşı argümanlarını sıraladı. Tartışmanın tapu ile tabu arasında sıkışık kalması, yeni bir ikilik yaratmakla sınırlı kalmayıp yine tarihsel olgulardan uzak, bilgiyle beslenmeyen kanaatle yürüyen bir kavgaya dönüştü.

Üzerinden yüzyıldan fazla süre geçmiş bir tarihsel vakayı, olguyu hala olgunlukla tartışamamak sadece tarih biliminin argümanlarıyla açıklanamaz kanaatindeyim. Tartışmaya siyaseti, politik psikolojiyi, eğitim politikalarının toplumsal etkilerini ve daha birçok şeyi katmak gerektiği ortada. Ancak şimdilik bunlarla cebelleşmek yerine, Lozan ve 1924 Anayasasının öncesine bir bakış atarak başka bir ihtilaf konusuna daha parmak basalım.

Lozan Antlaşmasına Kürtlerin eleştirilerinin birçok boyutu olduğu söylenebilir. Bunları ayrı bir yazıda anlatmak daha doğru olur. Lozan’dan önce Lozan’a giden sürece bakmak lazım. Yine, tarih yazımı açısından bakarak söylemek isterim ki, 1919-1923 arasındaki milli mücadelede Kürtlerin esamisi geçmemektedir.

Bu dönemde Kürt-Türk ittifakından bahsedilmesi boşana değildir. Ancak yukarıda ifade ettiğim gibi Kürtlerin ismi bir tek zararlı cemiyetler arasında geçmektedir. Bu ittifakı ispatlayan somut belgelerin gizli kasalarda, depolarda yıllarca saklı tutulduğunu, birçoğunun söylemeye cesareti olmasa da en iyi bilenler tarihçilerdir.

Tarihin demokratikleşmesinden kastım bir anlamda bu hafıza silme operasyonlarına dur diyerek olguları, doğru ve yerli yerinde kullanmaktır. 1919 ve 1920’de hazırlanan kurucu metinlerin birçoğunda temel vurgulardan biri “devletin yeni sınırlarının Türk ve Kürt halkının yaşadığı topraklardan” oluştuğu, “Kürtlerin, Osmanlı devletinin ayrılmaz bir parçası olarak ırki (ulusal) haklarının tanınarak, özgür gelişimlerine imkân tanınacağı” yönündedir.

Sivas Kongresi’nde sonra 20-22 Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti’nin temsilcileriyle yapılan görüşmelerin ardından imzalanan Amasya Protokollerinde bu ifadeler açıkça yer almıştır. İmzalanan beş protokolden ikincisi tamamen Kürtlere matuf olsa da on yıllarca gün yüzü görmesine müsaade edilmemiştir. Sözü daha fazla uzatmadan 22 Ekim 1919’da imzalanan ikinci protokole bakalım:


“1- Beyannamenin birinci maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının, Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılması imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın en asgari bir talep olmak üzere temin edilmesi gerektiği ortaklaşa kabul edildi.

Bununla beraber Kürtlerin özgürce gelişmelerini temin edecek şekil ve surette, ırki ve toplumsal hukuklarına sahip olmalarına müsaade edilip destekleneceği ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığı gibi görünüşte bu maksat altında yapılmakta olan kışkırtmaların önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü”[i].

1919 ve 1920 tarihli kurucu metinlerin birçoğunda bu yaklaşımı bulmak mümkün. Bunun en somut nişanelerinden biri 1920’nin son aylarında Meclis’te tartışmaya başlanan ve 20 Ocak 1921’de kabul edilerek yasallaşan Kanun-i Esasi yani 1921 Anayasası’dır. İlk defa adem-i merkeziyetçiliğe geniş yer veren bu Anayasanın Kürtler düşünülmeden yazıldığını iddia etmek saflık ötesi bir durumdur.

Zira Kürtlerle ilgili boyutunu anlamak için yine dönemin belgelerine başvurmak yeterli olacaktır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis kurulduktan sonra 24-25 Haziran 1920’de Batı Cephesi Komutanlığı bir gün sonra 26 Haziran’da da doğuda Elcezire Cephesi Komutanlığı kurulmuştur. Kuruluşuyla birlikte Elcezire Cephesi Komutanı Nihad Paşa’ya “Kürdistan hakkında” üst başlığıyla Millet Meclisi Başkanı sıfatıyla talimat gönderen Mustafa Kemal, aynen şu ifadeleri kullanmaktadır:

1- Aşamalı olarak bütün memlekette ve geniş ölçekte doğrudan halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu şekilde mahalli idareler kurulması iç siyasetimizin gereklerindendir. Kürtlerin yaşadığı mıntıkalarda ise hem iç siyasetimiz ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı olarak mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız.

2. Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir ilkedir. Bizde bu ilkeyi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar mahalli idareye ait teşkilatlarını tamamlamış ve reisleri ve nüfuzlu kişilerinin bu amaç adına bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve oylarını kullandıkları zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını, Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmeliler. Kürdistan’daki bütün mesainin bu amaç doğrultusunda siyasete yönlendirilmesi Elcezire Cephesi Kumandanlığına aittir[ii].

Yukarıda söylediğim gibi 1919-1920’deki kurucu metinlerde Kürtlerle ilgili iki önemli boyutun altı özellikle çizilmiştir: Birincisi, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) çerçevesinde yeni devletin sınırlarının Kürtler ve Türklerin yaşadıkları topraklardan oluşması. İkincisi ise Kürtlerin bu birlik içerisinde ulusal ve yönetsel haklarına saygı duyulacağıdır.

Hakikat böyle olsa da Lozan sürecinde neler yaşandı da Antlaşma’nın ardından bu yaklaşımdan vazgeçildi? 1924 Anayasası’nda somut ifadesini bulan tekçi ulus anlayışına neden ve nasıl geçildi? Ne murat edildi, neye ulaşıldı?

Belki de soruyu, Lozan bağlamından kopmamak kaydıyla şöyle sormakta mümkün: Türkiye Cumhuriyeti Devleti neden Osmanlı dönemindeki gibi Kürtlerin de devleti olamadı?

Bütün bunların; serinkanlılıkla, dikotomilere düşmeden, barış diliyle tarihi sorgulayarak yanıtlarını aramak gerekir.


[i] Tarih Vesikaları Dergisi, 18. Sayı, Mart 1961. Belgenin orijinaline şu linkten ulaşılabilir. https://isamveri.org/pdfsbv/D00180/1961_18/1961_18_UNATFR.pdf
[ii] TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.III, s. 550-551.

lozan Lozan antlaşması savaş barış kürtler türkler