Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi – I
Sinan TOPRAK*
30 Ağustos Zafer Bayramının meydana getirdiği tarihsel süreç bu günlerde bağlamından kopartılmaya çalışılmaktadır. Bu bir nevi cumhuriyet ve demokratik ilkelere, "karşı devrim" niteliği taşımaktadır. Nasıl içinde bulunduklar koşullar gereğince hayata adapte olup, bir takım özellikler kazanıp, yitiriyorlar ise devletler de içinde bulunduğu koşulların etrafında şekillenirler. Nihayetinde Anadolu coğrafyasının şu durumda devlet organizasyonunu meydana getiren hükümet gücünün ve devlet erkinin geçmişten gelen bir takım özellikleri bulunmaktadır. Bu yazı dizisinde ele alınmaya çalışılan konu bu olacaktır. Konuyu ele alırken kaynak teşkil edecek olan eser İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi isimli eseridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun süre Dışişleri Bakanlığı yapmış isimlerinden birisi olan Cem’in eserinin elimdeki nüshası 25 gibi bir basım adedi ve muhtevası ile okunması ve okutulması gereken bir eser niteliğindedir.
Geri kalmış Türkiye. Tarih biraz incelendikten; kültürüyle, sanatıyla, yapısı ve düzeniyle toplum gözden geçirildikten sonra yan yana koymaya insanın elinin varmadığı üç sözcük. Geri kalmış Türkiye. Kitabın önsözdeki giriş cümlesi aslında Anadolu coğrafyasının resmi tanımı olmaya değerdir. Coğrafya ve insan ilişkisinin özüne ters düşen bir ayrıntı "geri kalmışlık". Türkiye’nin geri kalmışlığı bugün ileri derecededir. Neden sorusunu sorduğumuzda; coğrafyanın kültürel çeşitliliği, insanlarının geleneksel kökleri olan Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşların köklerinden uzaklaşmış olması, bu kültürel çeşitliliğin uyumlu ahenginin bozulmasına yol açmıştır. Bugün gelinen noktada veya zaman içersinde insanın politik meselelere malzeme yapılması ve adı geçen şahsiyetlerin yaşam düsturunun aksi yönünde uzunca bir dönemdir ilerlemektedir. Türkiye’nin geri kalmışlığı ileri bir geri kalmışlıktır. Çünkü yukarıda bahsedilen sebeplerin son birkaç asırdır sadece politik çıkarlar yüzünden coğrafyanın dâhili ve harici kişi ve gruplar tarafından talan edilmesine sebep olmuştur. Bu nedenle Türkiye bilinçli bir tesirle "geri bırakılmıştır". Bu nedenledir ki bu ileri bir geri kalmışlıktır. Peki, bu geri kalmışlığın rakamsal verilerine, tarihin muhtelif dönemlerindeki insan-emek ilişkilerine bakmakta fayda vardır. Yazı dizimizin esasını teşkil edilen konu yukarıda belirtilen kaynak eserin ışığında işlenecektir.
Geri Kalmışlığın Evrensel Mekanizması
Geri kalmışlığın tarihsel oluşum içinde açıklanmasında; insan topluluklarının geçirdiği aşamalar iki ayrı dönemde ele alınabilir:
1) İleri üretim tekniğine sahip bir ülkenin etkisine toplumun henüz girmemiş olduğu ilk dönem: Tutarlı ve düzenli bir hayat tarzının, çok yavaş gelişen ekonominin belirlediği bu aşamadaki toplumlar, büyük özellikleri olan dengeden ötürü eski denge toplumları diye tanımlanabilir.
2) İkinci dönemin özelliği, toplumun dıştan gelen yıkıcı darbeler ve etkenler sonucunda dengesini kaybetmiş olmasıdır. Geri kalmışlığın objektif ölçülerinin belirlendiği bu durum kalıcı ya da geçici olabilir*.
Görüldüğü gibi bu iki maddede konu ve muhtevası çok net anlatılmıştır. Şöyle ki kalkınmak isteyen toplumlar, kesinlikle içeride ve dışarıdaki dengesizliklerin üstesinden gelmeli ve silkelenip kendine gelmelidir. Neticede geri kalmışlığın hassas karını ekonomiktir. Bu sosyal ve kültürel tükenmişliğe de sebep olacaktır. Lakin bir ülkedeki kültür ve sanat etkinlikleri salt ekonomi ile alakalı değildir. Yönetim erkinin desteklediği ki genellikle Türkiye’deki sağ politikacılar kültür ve sanatı propaganda aracı olarak kullanmaktadır. İş böyle olunca ortaya çıkan sonuç dengesizlik ve bölünme meydana getirmektedir. Bunun çözümü ise dinamik bir ortak akılda yatmaktadır. İki sebepten dolayı bu ortak akıl yürütülememektedir. Ya bu akıl sorunu çözmek için kullanılmamaktadır ya da akıl mefhumu işlevini yerine getirememektedir.
Eski Denge
Kendilerinden üstün teknoloji düzeyindeki ülkelerle sürekli teması olmamış toplumların belirli özelliği uyum ve dengedir. Bu toplumlarda ekonomi daha çok dışa kapalı bir görünüştedir; tekniğin ağır gelişmesine paralel olarak insanların ihtiyaçları da yavaş artmaktadır. Toplumun yaşantısındaki en güçlü etken olan doğayla, insanların özlemleri, üretim teknikleri ve ihtiyaçları arasında her birinin yavaş gelişmesine dayanan tam bir uyum vardır. Bu şartların ağırlığından dolayı bu dengeyi yaşayan toplumlar ilerici düşünce tarzından uzak kalarak, gündelik yaşamak hususunda düşünmek zorunda kalmışlardır. Yani bir yılın hasat değerlerinden sonraki yılın önlemini almak gibi bir fedakârlık geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum bahse konu olan halkların düşünce yapısında "gelenekselcilik" dediğimiz düşünce ürününü doğurmuştur. Geleneksel kelimesinin karşılığı salt "gericilik, tevekkül ya da tutuculuk" ile iç içe düşünülmemelidir.
Gelenekçilik, tabiata karşı verilen savaşta toplumun çok güçsüz olmasından ileri gelmektedir; o çok zor sürdürülen hayatın ikamesi şekillerini tehlikeye sokabilecek yeniye, alışılmamışa karşı bir koruma niteliği taşır. Tabiatla yapılan mücadele öyle güçsüz silahlarla yürütülmelidir ki, insan "savaşın bir tarafı değil, tabiatın bir parçasıdır." Amacı tabiata egemen olmaktan çok onun kurallarına uymaktır. Bu nedenlerden dolayı Eski Denge’nin temel unsurunu su, toprak, iklim gibi Doğal Kaynaklar meydana getirmektedir. Bu açıdan bakılınca, üç ana denge ayırt edilebilir;
-İhtiyaçlarla kaynaklar arasında
-Nüfusla kaynak arasında
Teknikle kaynak arasında
Toplumun bütün yaşantısı, ümidi, nüfusu ve üretim teknikleri kaçınılmaz bir şekilde kendini doğal kaynakların niteliğine göre ayarlamaktadır.
Yukarıdaki anlatısında İ.Cem, insanların doğa unsuru karşısında takındığı tavrın insanları, devletin kurum ve müesseselerini ileriye götürecek olan olaylar zincirinin başlangıcı olacaktır. Nitekim Anadolu coğrafyasında Bektaşî geleneğin ön planda olduğu safha olan (12 ve 16. Yüzyıllar arası) dönemlerde topraktan elden edilen her türlü maddenin öz saygı çerçevesinde işlenmiştir. Önce Selçuklular ardında Osmanlılar, üretim aşamasında halkı refaha kavuşturacak etmenlerin yüceltilmesinden ziyade kendi dayanak noktaları olan askeri sınıfın varlığını toprağa entegre etmişlerdir. Bu durum devlet organizasyonunun halk nezdinde çok bilinmeyenli bir denklem olmasına sebep olmuştur. Devletin paydaş olduğu güçler arasında ilk basamak askeri sınıftır. Daha sonra ise Bektaşî geleneğinin bir şekilde arka planda kalmaya başlaması bu öz saygıdan yoksun cemaatlerin salt kendi çıkarları çerçevesinde vücuda getirdikleri vakıflar, bürokratik kurumların gelecek nesillere miras bırakacağı liyakatsizlik vs. gibi unsurlar ihtiyaçlarla kaynak arasındaki makasın ihtiyaç lehine artmasına, tek elde toplanan egemenliğin kendi gücünü koruma telaşı ise halkın sağlıklı üretim yapamamasına neden olmuştur. Doğal olarak bu teknik yetersizliğin asla giderilememesine giden yolun nirengi noktası olacaktır.
Yazı dizimizin ikinci kısmında geri kalmışlığa sebep teşkil eden Osmanlı devlet düzeni içersindeki faaliyetler ele alınacaktır. Keyifli okumalar dilerim.
* Tarih öğretmeni