Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi – II
Sinan TOPRAK*
Yazı dizimizin birinci kısmında Anadolu coğrafyasının geri kalmışlık kervanına katılma sürecine bir giriş yapmıştık. Özetler isek, bir toplumun ilerleyebilmesi için ihtiyaç duyduğu başat unsur ekonomidir. Fakat ekonomik unsurun layığı ile yerine getirilebilmesi için teknik bakımdan üretimin gelişmesi sistemli bir manevi öğretiye ihtiyaç duyar. Bu nedenle Anadolu kültürünün özü olan değerlerin bir takım ihtiraslar uğruna terk edildiği; eşit paylaşma, dürüstlük, sevgi, saygı gibi kavramların tartışılmaya başlamasına neden olmuştur. Şayet toplumun bu değerlerden uzaklaşması, muhtelif topluluklara mensup çıkar odaklarının teşviki ile meydana gelir. Yani devleti ele geçiren yapılar insanları temel değerlerinden uzaklaştıracak bir yönde çizgi takip etmişler, böylece Anadolu halklarının manevi dünyalarında tahribata yol açmışlardır. 16. Ve 18. Yüzyıllar arasında bu tahribat hızlanmış, devletin hitap ettiği tek yapı ulema ve askeri sınıf olmuştur. Halk ise bu çatışma arasında en acı çeken zümre olmuştur. Yazı dizimizin bu kısmında Türkiye’nin geri kalma nedenleri irdelemeye devam edeceğiz. Keyifli okumalar dileriz.
"Tarih boşuna yaşanmış bir deney değildir. Dünden gelen bugünkü toplumumuz kendi doğrultusu içinde yarına gidecektir. Tarihin verdiği engin ders, hızını ancak kendisinden alan eylemlerin bugün ve yarın içinde başarıya ulaştığıdır. Dün ve bugün teoriyi, bugün ve yarın pratiği hazırlar. Dünün araştırılması, bir yerden sonra, bugünün ve yarının araştırılması demektir". A.H.Gevgilili’nin de tarif ettiği tarih dünle bugünün kopmamasını sağlayan olaylar bütünüdür. Yani hafızadır. Tarih öğretiminin, yazımının yeterli olmadığını ya da tek düze bir anlatım –fetihler, savaşlar, eleştiriye kapalı olaylar- ifade ettiğini düşünüyorsanız; buradaki maksat geçmişte yapıldığı bilinen hataların gün yüzüne çıkartılmamasıdır. Neden çıkaramayız? Çünkü hatalarından ders alabilen bir toplum yarını güzellikler içinde tüm ayrılıkları bir kenara bırakarak inşa edecektir.
Bir dönemin en güçlü devleti olan Osmanlı Devleti, nasıl bize kültürel, sosyal ve ekonomik olarak geri kalmış bir devlet miras bıraktı. Osmanlılık dönemi yeterince bilinmemektedir. Osmanlı Devleti, padişahların kötülüğü, kadına düşkünlüğü yüzünden gerilemiş olarak tanıtılmaktadır. Gerileyen toplumu yabancıların insafına terk eden Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi davranışlar ise çoklukla göklere çıkarılmaktadır. Tarihi hadiselerin Türkiye’de, özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra başlayan bir gelenekle iktidar sahipleri tarafından kendi propagandalarına göre şekillendiği görülmüştür. Neticede doğruluğu tartışılan bilgilerin türemesine hatta ders kitaplarına içerik yapılmasına neden olmuştur. Fakat her olayın bir düzeni vardır ve geleceği etkilemesi kaçınılmazdır. Tarih, sadece resmi belgelerle kurulamayacak kadar geniş bir alandır. Yani yoruma açık olmalıdır.
Toprak ve Halk
Osmanlı ekonomik düzenin temek nitelikleri, çağın maddi koşullarının, toplumun ihtiyaçlarını öncelikle gözeten bir devlet anlayışının, aynı ihtiyaçlar ışığında yorumlanmış İslam kültürünün ve göçebe Türkmen geleneklerinin ortak bir ürünü şeklinde belirlemektedir. 17.yüzyıla kadar geçerliğini koruyan bu temek nitelikler şöyle özetlenebilir:
1) Her alanı kapsayan güçlü bir devletçilik uygulaması,
2) Tek büyük üretim aracı toprakta devlet mülkiyetinin kaide, özel mülkiyetin istisna olmasıdır. Yani toprağın tamamına yakını Sultan’ın şahsi toprağıdır. Böylece, Sultan’ın izni olmaksızın köylü kitleleri ve toprak üzerinde tasarrufta bulunmaya, hak iddia etmeye kimsenin yetkisi yoktur.
Osmanlı düzeninin bu en önemli ilkesi, merkezin ve Sultan’ın kesin otoritesini sağlamış; derebeylik doğrultusundaki gelişmelere 17.yüzyıla kadar imkân tanımamıştır. Yani köylü topraksızdır. Yapacağı üretimi Sultan’ın kontrolünde, devletçi bir düzen ile halka ya da herhangi bir ikinci şahsa bireysel davranış hakkı tanınmadan yapmıştır. Nitekim sözü geçen döneme kadar Anadolu kültürü devletin desteği ile halkın manevi dünyasını şekillendirmeye devam etmiştir. Başıboş ekonomik eğilimlerin görülmemesi halkın korunmasına vesile olmuştur. Burada devlet memurlarının liyakatli bir sistemle yetiştirilmesi, hak edenin göreve tayin edilmesi ya da başarısı ile adından söz ettiren kişilerin denetim eylemini yerine getirmesi önemli bir durumdur.
Osmanlı Devleti’ndeki ekonomik sisteme göre toprak gelirine göre üçe bölünmüş; en çok gelir padişaha, diğerleri ise yüksek rütbeli ya da orta dereceli memurlara gelirlerine göre tayin edilmiştir. Bu memurlar toprak gelirlerini maaş olarak kabul etmişlerdir. Halk ise kendisine tayin edilen tımar sahibine hizmet etmiş, toprağı işlediği sürece karşılığını almıştır. 17.yüzyıldan itibaren devlet üzerindeki kontrolünü yitirmeye başlayan Padişah ve ailesi, güçlerini bürokrasi ya da askeri sınıf ile paylaşmaya başlamıştır. Bu durum ince bir hassasiyetle dağıtılan toprağın rüşvet, iltimas, nüfuz için dağıtılmasına sebep olmaya başlayacaktır. Bir süre sonra Anadolu’nun herhangi bir yerine atanan tımar sahibi yukarıdaki çatışmadan faydalanarak halkın üzerinde keyfi uygulamalara gidecek, padişah malı saydığı arazide kendi ekonomik çıkarları için çalışacaktır. Aynı zamanda bölgenin asayiş amiri olmasından dolayı kendini korumaya alacak ve halkın üzerindeki baskısı artacaktır. Bu durum zamanla kökleşmeye başlayacak ve toprağa atanan memurun toprak üzerindeki hak iddiası miras yoluyla akrabalarına devrolunacaktır. Yani Ortaçağ’ın İstanbul’un Fethi ile bittiğini iddia eden tarih yazımının sahipleri olarak; bitirdiğimizi 17.yüzyıl ortalarından itibaren tekrar Anadolu topraklarına sokacağız. Doğal olarak bu durum halkın devlete karşı olan tutumunu değiştirecek ve halk-devlet ilişkisine tamir edilemez düzeyde zarar verecektir. Yüksek tabakadaki ferdiyetçi özelliklerin gelişmesi daha önce köylünün yardımlaşma için oluşturduğu ortak ambarlara kadar girecek, bozulan toprak düzeni köylünün karın tokluğuna çalışmasına sebep olacaktır. Toprak düzenindeki çatlak çığ gibi büyüyecek, tımar olarak bölgeye gönderilen kişiler merkezi otoriteden koparak II. Mahmut’a Sened-i İttifak’ı imzalatarak hepsi birer "Maho" ağaya dönüşecektir. Yani kendi ordusu ve bütçesi olan küçük birer devletçik halini alacaklardır. Bu durum karşısında adli mekanizmanın toplumsal düzeyin ihtiyaçlarını karşılayamayacak şekilde gelişmesi nedeni ile haksızlığa uğrayan köylünün isyankârlıkları "İnce Memed"leri doğuracaktır. İki asır içersinde Osmanlı düzeni içeride bölünmüş, kısıtlı imkânlarla çalışan bir halk ile dışarıda ağır kayıplar alan bir devlete dönüşecektir. Zaman içerisinde her alanda geriye giden bir devlet düşünün, Tanzimat ve Islahat gibi metinlerle kendi tebaası içerisindeki ayrı dine mensup insanları resmi olarak ayrıştıracaktır. Şayet bu durum emperyalist güçler tarafından kültürel sömürü aracı olarak tasarlansa da bu durum olumlu sonuçlar da doğuracak; gelecekte tepki verme özelliği olan entelektüel sınıfı doğurmaya sebep olacaktır. Sonuç olarak Anadolu halkı ile saray erkânı arasına çekilen set 16.yüzyıl sonlarından itibaren başlamış, her geçen dönem bu set yükselmiş, halk küçük bir memur karşısında durumunu anlatamayacak acze düşürülmüştür.
1800’lü yılların Osmanlı toplumunu, halkın yoksulluğunu ve yalnızlığını, alacaklının ve memurun gaddarlığını, devletin umursamazlığını, o dönemin ünlü gazetecisi Ali Suavi, başından geçen küçük bir olayla naklederken, belki ciltler dolusu yazının başaramayacağı bir kesinlikle çiziyor. Ali Suavi, 1875’te Simav’da bulunduğu sırada "nahiye müdür vekili" olan "arkasında kürkü; başında yeşil sarık, elinde tespih, dudakları müsebbih ve mühellil, boynunda en’am kesesi asılı Hacı Hafızoğlunu’nun makamında, şu hadiseye şahit olur:
"İçeriye zaptiye bir köylü karı getirdi. Karı dâvam var dedi. Bizim sofu Hacı Hafızoğlu kayıt ve tescili şer’an lazımdır deyup sağ eline bir kalem, sol eline bir kâğıt aldı ve gözlerini süzerek, söyle dedi. Köylü karı ki köyünde dahi kimsesiz, evsiz barksız hizmetçi olduğundan takririnden zahir oldu. Kadın ninesinden kalma olmak üzere cümlesi yirmi kuruş eder etmez toprak tencere, keser sapı gibi birtakım eşyanın köylüsünden birinin zaptında olduğundan bahisle bunların ahiz ve tahsilini ciğer paralar niyazlarla rica etti. Müdür vekili eşyayı zincirleme kaydettikten sonra "herif celbolunduğu halde inkar ederse isbat edilüp edemeyeceğine" dair bazı sual ve cevap ile ademi isbat canibini bittercih "herifi celp ve müdafaa" lazım gelemeyeceği cevabını verdi. Kadın ağlayarak kapıdan dışarı çıkmak istedi. Ama Hacı Hafızoğlu, kaşlarını çatıp gözlerini belertüp kalın ses ile haykırdı ki "kayıt ve tescil parasını ver de öyle git" dedi. Fakir köylü para lakırdısını işitince dönüp "aman ağa, merhamet et, benden para isteme" dedi. Hafızoğlu dedi ki: "Müdür senin hizmetkârın mı? Kaç saattir sen söyledin, işte ben yazdım. Şer’an resmini (vergi) ver". Köylü şer’an denince ne yapsın (şeriatın kestiği parmak acımaz) kaç para olduğunu sual eyledi… Hacı "şer’an altmış kuruş" dedi. Karı altmışı duyunca "aman ağa, padişah başı için evladın başı için ben köyde hizmetçiyim, aman…" diye ağlamaya başlayınca müdür, zaptiyeye "al bu kadıncağızı, kara müftüye götür ve de ki Hacı Hafızoğlu bu kadıncağızın yazdırdığı şeyler zahmeti için altmış kuruş resim istiyor… Kitaba baksın haber versin" dedi. Zaptiye karıyı odadan çıkardı. Biraz müddet sonra kadın ağlayarak zaptiye ile odaya girdi ve Kara müftünün kara kaplı kocaman kitaba bakıp "öyledir altmış kuruş lazım gelir" dediğini ikrar eyledi. Lakin kendinin bunu vermeye kudreti olmadığından çocuğunu (yanında küçük bir oğlan var idi) kasabada birine beslemeliğe vererek para tedarik etmesi zımmında zaptiyenin kendisi ile beraber dolaşmasına müsaade niyaz etti. Ol vehiçle de müsaade edildi. Gittiler. İki saat sonra çocuksuz döndüler. Ağacı esnafından birine çocuğu yıllığı kırk kuruşa vermiş ve yirmi kuruşunu peşin almışlar. Bu yirmiyi Hacı Hafızoğlu’na verdiler… Yerimden fırladım çıktım. Bu ne halet, bu ne ifta, bu ne şeriat… Ne hıyanet, ne isaet, bu ne devlet… diye düşüne düşüne müteessiren hasta oldum."
İşte burada anlatılan küçük bir örnekti. Ne değişti? Aynı kopuk bürokrasi, aynı tarz ilgisizlik ve aynı tarz tutarsızlık, en ileri dönem olarak adlandırdığımız genç Cumhuriyet döneminde bile devam etmiştir.
Batılılaşırken Geri Kalmak
Son parantezi ise "Batılılaşma" olgusuna ayıracağız. 1800 yıllar, Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet dönemleri geri kalmışlık maceramızın ikinci bölümünü meydana getiriyor. Batı’daki gelişmenin Osmanlılara yansıyan darbeleriyle, Osmanlı toprak ve sosyal düzeninin özel mülkiyete yönelmesiyle ve bu değişimin yarattığı uyumsuzlukla geri kalmışlık olmuştu. Bu durumdan yararlanan yabancılar Osmanlı memleketine girdiler, zaten zayıf durumdaki ekonomiyi ellerine geçirdiler. Yüzyılın başında yalnızca geri kalmış bir ülkeyken, şimdi bir de "sömürge"lik eklenmekteydi. 1800’lü yıllardan günümüze kadar sürecek olan temel siyasi ilke Batılaşma çabalarıdır. Dış görünüşü memleket yararına bir yol bulmak olan bu çabalar, aslında, hâkim zümrelerin çıkarlarını sağlamlaştırmak amacıyla başvurdukları bilinçli bir tercihtir. Daha geniş maddi imkânlara kavuşmak, daha rahat para kazanmak, servetlerini hukuki teminata bağlamak ve özel yaşantılarını geleneklerin ipoteğinden kurtarmak isteyenler; Avrupa’nın destek ve himayesinde, Batı kurumlarını Anadolu’ya aktarmışlardır. Ancak batılılaşma yoksul ve topraksız köylünün anlamını bile bilmediği, kavramın yarattığı imkânlardan faydalanacak servete sahip olanların benimsendiği bir olgu olmuştur. Yüzyılın sonlarına doğru dış alıma yüklenen büyük önem nedeni ile yerli zanaatlar yıkılmış, binlerce insan işsiz kalmış, beyler ve ağaların güçlendiği ölçüde köylünün yoksulluğu artmıştır.
Sonuç olarak Batılılaşma dönemi, H. İnalcık’ın tespiti ile "Arazi meselesini büyük köylü kitleleri lehine çevirmekle yeni Osmanlı İmparatorluğu’nun temeli olacak esas inkılâbı yapamamıştır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra genç cumhuriyet kısa bir süreliğine (şimdilik) emperyalizmden kurtulmuş fakat geri kalmışlık sorunu modern bir görünüme sahip olmuştur.
Sabahattin Selek, "Anadolu İhtilali"nin ikinci cildinde; " Anadolu İhtilali, halkçı ve devletçi karakterini zaferden hemen sonra unutmuş ve liberal ekonomiye dönmüştür. Bu dönemde, tıpkı İttihatçıların yaptığı gibi, bir milli burjuva yetiştirme gayretine düşülmüş, ancak bazı kimselerin zengin olması sağlanmıştır" tespitini yapıyor. Hatta bu tespit ile cumhuriyetten önceki 150 yılı özetliyor.
Sonuç
Yazı dizimizin sonuna gelirken, geri kalmışlık kavramının salt ekonomik bir kavramdan ibaret olmadığı sabittir. Ya da maddi açıdan zengin olan bir toplum ileri bir toplum olmak zorunda değildir. Kültür özünden kopmadan, herhangi bir çıkar grubunun değil, kendi bağrından gelenlerin elinde, adil bölüşen ve insan hayatının politikaya kurban verilmediği bir toplum ileri gidecektir. Geleceğin bizi "ileri" götürmesi dileği ile…
Dünden ders almak ve yarını kardeşçe inşa etmek dileği ile…
* Tarih öğretmeni