Erdoğan’ın ustalık eseri: Rejim sorunu
Suat TAŞKESEN / Dr., Siyaset Bilimi
Partili ilk cumhurbaşkanının seçildiği 24 Haziran 2018 ile partili cumhurbaşkanının milli ve yerli kankasıyla birlikte seçmene "kan ve gözyaşından başka bir şey vaat etmediği" 31 Mart 2019 seçimleri arasında tam 281 gün, ya da 9 ay 7 gün geçmiştir. Bu rakam ve sayıların dört işlemle yoğrulmasından siyaseten nasıl bir sonuç çıkarılacağını, büyük bir merakla Bahçeli’ye bırakıyorum.
Benim asıl cevabını merak ettiğim, 281. günün sonunda artık çuvala sığmadığı açıkça anlaşılan rejim kriziyle akıbetimizin ne olacağıdır. Malumunuz 16 Nisan 2017 Referandumuyla 97 yıllık Parlamenter Sistemden, partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş onaylanmıştı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, referandumun öncesi ve sonrasında fiili, 24 Haziran’dan sonra da hem fiili hem de resmi olarak Tek Adamlı ve otoriter bir hükümet rejimiyle Saraydan yönetilir olmuştu.
Seçim süresince ve sonrasında, muhalefet tarafından özellikle içinde bulunduğumuz ekonomik kriz fazlasıyla dillendirilmiş olsa da bu krizin asıl kaynaklandığı yerin rejim sorunu olduğuna pek değinilmemişti. Seçmene, haklı olarak, siyasal sistemimizin eksiklerini ve AKP tarafından kurulan rejimin antidemokratikliğini ve bunun ekonomik maliyetlerini anlatmak yerine, daha anlaşılır ve "gerçek" olan soğan-patates diliyle yaklaşılmıştı.
Ne var ki hem seçim sonuçları hem de sonrasında yaşananlar artık açıkça gösteriyor ki konu soğan-patatesin çok ötesinde, onu da içine alan ve Türkiye’yi belki de çok uzun yıllar meşgul edecek rejim sorunudur. Gelinen noktada, geçmişte ağır aksak da olsa işleyen kuvvetler ayrılığı tamamen işlemez olmuştur. Yasamanın temsil edildiği meclis Türkiye Boşgezen Milletvekilleri Merkezine (TBMM) dönüşmüş, Saraya taşınan yürütmenin hem Meclis’le bağı koparılmış hem de meclise karşı sorumluluğu ortan kaldırılmıştır. Yargı ise çok daha içler acısı haldedir.
Siyasal sistem içindeki ilişkilere karakterini veren rejim, basitçe yönetim biçimini ifade eder. Siyasal bir sistem, o sistemin sınırlarını belirleyen siyasal bir topluluktan, yönetim gücünü elinde bulunduran yetkililerden ve bu yetkililerin hem kendi aralarındaki hem de topluluk içindeki ilişkilerini düzenleyen siyasal rejimden oluşur. Siyasal sistem bir oyunsa, siyasal topluluk oyunun oynandığı alanı, rejim ise oyuncular arasındaki kuralları, rol tanımı ve dağılımlarını ifade eder. Rejim, salt yönetsel ya da hukuksal olmanın ötesinde, bir siyasal topluluğu topluluk yapan deneyimleri, kolektif belleği, alışkanlıkları, gelenekleri, inanışları vs. içerir. Bu haliyle rejim o topluluğun tarihini, kültürünü ve benliğini yansıtır.
Çok farklı topluluklardan müteşekkil siyasal dünyada, temel olarak 3 siyasal rejim tipine rastlanır; demokrasiler, otoriter ve totaliter rejimler. Başkanlık, Yarı-Başkanlık ve parlamenter sistemler demokratik rejimler içindedirler (ayrıntı için bkz.). Şunu da belirtmek gerekir ki varolan bir siyasal sistemin ve onun işleyişini belirleyen siyasal rejimin demokratik olup olmaması onun şeklinden çok bazı kriterlere sahip olup olmamasına bağlıdır. Bu kriterler; çeşitli hak ve özgürlüklerin teminatı, fırsat eşitliği ve liyakat, sosyal ve siyasal süreçlere katılımın güvence altına alınması, seçim ve temsil ilkesi, sosyal adalet, güçler ayrılığı, hukuk devleti vs. Bir rejimin demokratik olup olmadığı ya da ne kadar demokratik olduğu doğrudan bu kriterlere bağlıdır.
16 Nisan’da yasalaşan ve 24 Haziran’da tamamen yürürlüğe giren partili Cumhurbaşkanı Hükümet Sisteminin, bir rejim değişikliği değil de, parlamenter sistemden "Türk tipi" başkanlık sistemine geçiş anlamında bir sistem değişikliği olduğu ileri sürülmektedir. Ne var ki yukarıda da belirtildiği üzere geçen süre içinde Meclis’in tamamen bypass edilerek yasama işlevinin ve denetim mekanizmalarının dışına atılmış ve böylece halk iradesi siyasal karar alma süreçlerinden dışlanmıştır. Muhalefet baskı altına alınmış, "terörize" edilmiş, iç ve dış siyasetteki söz hakkı gasp edilmiştir.
Başka bir deyişle, Türk tipi başkanlığın tailoring (kişiye özel dikim) bir sistem olduğu, güçlü lider güçlü parti anlayışına dayanan, Erdoğan otoritesine biçilmiş bir kaftan olduğu açıkça anlaşılmıştır. Ayrıca, bu tip bir başkanlık sisteminin ve ortaya koyduğu rejimin Avrupa’yı referans alan Türkiye siyasal geleneğine uygun olmadığı, aksine Avrupa’dan ve demokratik dünyadan otoriter rejimlere doğru hızla uzaklaşıldığı açıkça görülmüştür.
Sonuç olarak, demokratik kriterlerde de birkaç yıldır süren gerilemenin ivmesi, yeni rejimin fiili ve/veya resmi olarak hayata geçirilmesiyle birlikte olağanüstü artarak devam etmiştir. Bu dönemde güçler ayrılığı, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, hak ve özgürlükler tamamen rafa kalkmış görünmektedir. The Economist’in 2018 Demokrasi İndeksinde otoriter rejimlerin çok az farkla sınırında (Türkiye 4,37 iken sınır 4,0) görünen Erdoğan Türkiye’sinin, (bkz.) bu yılın ilk dört ayı itibariyle bu eşiği aştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Partili cumhurbaşkanının ortaya koyduğu 281 günlük performans ve 31 Mart seçimleri, Erdoğan Türkiye’sinin içeride ve dışarıdaki görüntüsünü yakalamak açısından oldukça önemliydi. Görünen o ki 31 Mart 2019, önümüzdeki dönemde ve tarihte Erdoğan’ın içeride ve dışarıda meşruiyetinin tartışılmaya başlandığı, muhalefetin de rejim sorununa yoğunlaşmaya başladığı bir tarih olarak anılacaktır.
Sonuç itibariyle, Türkiye siyasal geleneğini ve anayasalar tarihini az buçuk bilen herkesin rahatlıkla ileri süreceği üzere, hem içeride hem de dışarıda bizleri uzun yıllar meşgul edecek bir rejim sorunu ve buna bağlı siyasal çatışmalar beklemektedir.