6-7 Eylül'le helalleşmeden

6-7 Eylül 1955'te yaşanan Rumlara yaşatılan pogromun bir üst seviyesi 65 yıl sonra bugün Müslüman 'misafir'lere yaşatılıyor.

Bugün sizlere Hac'dan telefon edip helallik isteyen bir hacı adayını yazıp yüzünü güldürecektim ama Ankara'daki saldırıların ardından rotamız kayacak tabii ki.

Ama hacı dayının içine düştüğü durum tam da gündeme paralellik gösteriyor. O yüzden şu girişin ardından hacı adaylarına birkaç öneriyle pekiştiririz yazıyı...

Türkiye Osmanlı'dan beri Barış Ünlü'nün dediği gibi Türklük Sözleşmesi'ne adapte olmaya çalışıyor. Evrile evrile Müslümanlık sözleşmesine ondan da Sünnilik sözleşmesine döndü.

Baştan beri eritemeye çalıştıkları ellerinde kalan %5'lik azınlığı da Müslümanlaştırıp kendilerine adapte etmek hedefteyken eldekinden de olmak üzereler.

Son birkaç yılda Ermenistan vatandaşlığına geçen Ermenilerin sayısı 3000leri bulmuş.

Yunanistan'a kaçan Rumların sayısı 10 bile olsa çoktur tüm Rum toplumunun birkaç bini bile bulamadığı düşünülürse.

Fırsatını bulup da dünyanın dörtbir yanına dağılan sizin gibi düşünmeyen Türkiyelilerin sayısı kim bilir kaç bindir.

Eskiden Balkanlardan ve Kafkaslardan göç eden Müslüman nüfusu tam eritmişken şimdi nereye yerleştireceklerini bilmedikleri mültecileri hedefe koydular.

Emanet misafire hıyanet

Mecbur çökecek mal kalmadı, eldeki toprağın da kıymetini bilemeyip doğal afetlerden bile kâr çıkaran bu iktidar, önce misafir ettiği, kapılarını sonuna kadar açtığı mültecilerine çökmeye başladı bile.

Kendisine emanet gelen misafirlere hıyanet ediyor Türkiye şu anda.

'Bunlar provakasyon, Türkiye'nin geneline yansımıyor' diyebilirsiniz. Ama 1915'te, 1922'de, 1940'ta ve 6-7 Eylül 1955'te de provakasyona kulak vermeyi bekleyen, içinde yağmacı ateşi yanan kalabalıklar bu ülkede hep var oldu.

Sokağa çıkıp ezilenin hakkını savunanlardan çok daha fazla sayıda hem de.

İşte o içindeki fırsatçı Suriye savaşı ile yeniden kıpırdamaya başladı.

Suriye'deki fabrikaları yok pahasına talan etti.

Üretilmiş ama satılamayan malları, toprağındaki patatesine, zeytin ağaçlarına kadar hepsini söktü aldı getirdi kendi tarafına dikti.

Hangi bakanların yakınlarının bu işlerde rol oynadığını sosyal medyada yayılanlardan çok iyi biliyoruz.

Promptersız soru cevaplayamayanlar, yağmada neler yapılacağını ve sonrasında ne söyleneceğini çok iyi biliyordu.

Önce misafir edileceklerdi.

Sonra misafirden aldıkları bilgi ile onların evlerine gidip yağmalayacaklardı.

Misafir'in malına konduktan sonra ne geri dönmesini engelleyeceklerdi.

Avrupa'dan misafir için para isteyip kendileri yiyeceklerdi.

Hepsini yaptılar.

Şimdi misafiri yok etme zamanı.

Yok edemiyorsan da korkutup, kendine asimile etmek gerek.

Türkiye'de son dönemde artan ırkçı ve nefret saldırılarının görüntüsünden yansıyanlar bunlar. Ama bir de insanların içinde hazır bekleyen talancı ruh var ki, o çözülmesi çok daha zor bir mesele.

İçimizdeki yağmacı

6-7 Eylül 1955'te yaşanan Rumlara yaşatılan pogromun bir üst seviyesi 65 yıl sonra bugün Müslüman 'misafir'lere yaşatılıyor.

1955'te sokakta elinde sopayla bir Rum'un ya da Ermeninin malına zarar veren, vitrinden mal çalan birinin bugün 80-85 yaşında olduğunu düşünün. Cezasını almadan, yaptığı yanına kâr kalan bir Türkiyeli Müslüman kimliği ile torunlarına da içten içe bugün işlenecek bir 'çökme'nin suç olmadığını anlatarak büyüttü. Veya hiç demedi ama ailede herkes farkındaydı.

Dolayısıyla bugün Ankara'da, Antep'te, Urfa'da ve daha birçok yerde rastlanan ırkçı saldırıların aslında 'suç' olmadığı fikrini aşıladı torunlarına.

Cezasızlık 65 yılda suçu tekrarlatıyor bugün.

Çok daha üst bir kademeden üstelik.

6-7 Eylül'ün failleri olanların yaşamadığı o utanma duygusu artık çok daha rahat görmezden gelinebiliyor. İnkâr edilebiliyor.

İçinizdeki yağmacı, soykırıma katılmadan susup köşesinde çekilmiş Almanlar'ın yıllar sonra sağ patilere oy vermesi gibi dökülüyor ortaya....

Hiç bahane çıkarmayalım.

Yok ekonomik krizdir, yok savaştır, Suriyelilerin gelip ucuza çalışmalarıdır...

Bunlar bahane...

Suriyeliler veya Afgan'lar veya Türkmenler kendi istekleriyle gelmediler.

Elbet isteselerdi Avrupa'ya giderlerdi.

Ama olmadı.

Türkiye'ye sıkıştırıldılar.

Türkiye'de de statüleri ellerinden alındı. Ne mülteci olabildiler ne sığınmacı. Adları kaldı 'misafir'.

Alman bir yönetmen Urfa'da bir çekim sırasında Türklerin misafirperverliği ile ilgili bir tezini anlatmıştı. O gün bugündür bir ikilemdir bu 'misafirperverlik' dozu bende.

"Aslında o misafirperverlik değil kontrol edebilme yetkisidir" diyordu.

"Senin ne yediğini ne içtiğini kontrol edebilir evinde illa gel otur diyerek. Sana döşek vererek. Gittiğin yerde yanına oğlunu ya da yamağını vererek izler seni o misafirperverlik. İstemediği adamla konuşturtmaz. Konuşursan da sonrasında adamın dediği kötü bir şey ise , onu olumlamak için sana ayar verir. Oysa senin kendi aklın var. Sen karar verebilirsin kimin doğru söyleyip söylemediğine, ya da nerede kiminle yemek yemek istediğine. Ama o Türk misafirperverliği izin vermez, istemez. Seni misafir ederken yapışır sana. Nerede ne para harcayacağına kadar işler..."

Şimdi tüm bu olanlardan sonra tekrardan düşünmüyor değilim bu Alman yönetmenin teorisini...

Yazıyı şu hacının hikayesi ile tamamlayalım.

Bir yıl önce kadar bir hacı adayı Avrupa'daki bir köylüsü Ermeni'yi arar...

  • Hacdayım. Günahlarımdan arınmam gerek.
  • Eeee...
  • Senin köydeki koyunlardan çalıp yiyorduk zamanında dayı affet. (70'lerden bahsediyor)
  • Haaa öyle mi. E şimdi mi diliyorsun özür...
  • Evet dayı. Helal etmezsem kabul olmayacak.
  • Yok etmiyor Helal öyleyse...
  • Etme eyleme...
  • Yok helal etmiyorum... Haram olsun...

Birkaç dakika sonra tekrar arar hacı adayı... ve böyle devam eder sohbet.

Demem odur ki bugün sokaklara çıkıp da yağma yapanlar, haram yiyenler, dünyada yedikleriniz sonrasında gidip de hacda af dileyecek olursanız ileride.

Lütfen aramayınız.

Helalı hak olmayacak o yedikleriniz...

Bak ne diyor diyanet Kul hakkı için:

'Bu haklar için sahibi ile helalleşmek gerekir. Dünyada helalleşmezse, ahirette sevapları ona verilerek helalleştirilecektir. Mal sahibi ölmüş ise, vârisine ödenir. Vârisi yoksa veya mal sahibi bilinmiyorsa, salih bir fakire hediye olarak verilip, sevabı sahibine gönderilir. Salih fakir yoksa, İslamiyet'e hizmet eden hayır kurumlarına, vakıflara verilir. Kendi salih akrabasına, fakir olan ana babalarına, çocuklarına hediye olarak vermesi de, caiz olur. Bunları yapmak imkanını bulamazsa, mal sahibinin ve kendisinin af olunmaları için dua eder. Kâfirin hakkı için de, onunla helalleşmek gerekir. Gönlü alınmazsa, ahirette af olunması, çok güç olur.'

Ey Türkiye, neresinden tutsan haramdasınız...

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi