Mehmet Said Aydın: Barıştan çok devrim için umudum var
Seran VRESKALA
ARTI GERÇEK – Kendisi şairlik mesleğinden; böyle asil ve zarif bir titre herkes sahip olamaz bence. Tüm derdi şiir yazmak olan bir adam o; şiirsiz nefes alamayacağını düşündürtüyor insana. Ona göre şiir roman karşısında irtifa kaybetse de her zaman çatlağını bulur, kafasını kaldırır ve söyleyeceğini söyler. Gerçi bazı yazılarını okuyamıyorum; kaleminden kan damlıyor resmen. Biraz derine dalsanız kâğıdın üzerinde kan damlaları görmeniz mümkün. Kelimelerle de öyle bir dans ediyor ki, satırları, dizeleri arasında bazen yanık bir türkü sesi (muhtemel Erdal Erzincan’dır o, çok seviyor çünkü) bazen Punk Blues, bazen de bir vals müziği gelebilir kulağınıza. Zaten köşe yazıları sebebiyle önce ismiyle, sonra da kendiyle ahbap oldum.
Mardin Kızıltepeli. Öyle bir coğrafyada büyüdüğü için bir çocuğun asla görmemesi gereken şeyler görmüş; mesela tanıdığı 2 öğretmen katledilmiş, üstelik birinin infaz edilmesine şahit bile olmuş ama bu konuda asla ajitasyon yapmıyor. Geleneklerine ve ritüellerine çok bağlı; her zaman aynı sokaktan geçerek işine gidiyor, aynı restoranda aynı yemeği yiyor mesela. Defter ve kalemlere çok düşkün; yanında onlarca kalem taşıyor ve hepsini de kullanıyor. Özel anları için günlük tutuyor; seyahat günlüğü bile var. Eğer imkânı olsa Ekim Devrimi zamanında yaşamak istermiş. Şiirle ilk teması amcasının bordo bir ajandaya yazdığı şarkı sözleriyle başlamış ve ilk şiirini 16 yaşında yayımlamış. Leman, Öküz, OT gibi dergiler sayesinde Can Yücel, Ece Ayhan, Lale Müldür’le tanışmış ve onlarla dönüşmüş. Sevdiği çok şair var ama Arkadaş Zekai Özger, İsmet Özel, Akif Kurtuluş, Metin Kaygalak, Kemal Varol, Selim Temo onu çok etkileyen isimler...
Yine de klasik şiir ve Divan Edebiyatı onun vazgeçilmezi… En sevdiği tür gazeller olmasına rağmen, kasidelerin yeri ayrı; bu yüzden bir kaside yazmış zaten. Fuzulî’nin Su Kasidesi ise en sevdiği metin; Hayâlî, Fuzulî, Nedim, Nef’î, Bakî, Ahmed Haşim de tanışmış olmayı dilediği şairler… Birkaç hafta evvel çıkardığı ‘Lokman Kasidesi’ aslında tarihe not düşmek için yazılmış bir yas kitabı… Okuyanı dahi kesikler içinde bırakan kitabı yazarken kendi kanını o kadar çok akıttı ki nasıl yataklara düşmedi hala bilmiyorum. Kitaplarının çıktığı Everest Yayınları’nda Türkçe Edebiyat Editörü aynı zamanda; bir gün kitap yazsam, gözüm kapalı gideceğim editör odur. Bir erkek kardeşi var, o da kitaplardan uzak duramamış, Artuklu Üniversitesi’nde kütüphanecilik yapıyor.
- Kızıltepe’de büyümek nasıl bir şeydi?
'83 doğumlu olup Kızıltepe’de büyümekle, Kızıltepe’de büyümek arasında bazı farklar var. Babamın Kızıltepe’siyle benimki bayağı farklıdır. Kızıltepe çok ilginç bir yerdir. Politik olarak hep hareketli bir yermiş. Hep erken okur yazar, çok erken üniversiteye öğrenci yollamış bir yermiş. Mesela rahmetli babamın amcası, dedemin bir küçüğü Selim Amca, Kızıltepe’nin ilk üniversite mezunlarındandır. Edebiyat öğretmeniydi.
Kızıltepe’den hem Türk/Kürt siyasal hem de Türk/Kürt sosyalist hareketlerinde olmak üzere çeşitli akıllar çıkmıştır… İşte '80 öncesinden başlayarak DDKD, Dev-Yol, Dev-Sol, KDP gibi oluşumlar ülkenin çeşitli bölgelerinde varlardır ama Kızıltepe’de hepsinden vardır. Hepsine de mensup birilerini bulabilirsiniz. Mesela Ali Demir diye bir figür var, Kurtuluşçu, babamın da arkadaşı; Ali Amca dönemin çok önemli doktrinerlerindendir. Çok mühim yazılar yazmış, önemli konferanslar vermiştir. Mesela Diyarbakır Cezaevi'nde '80’den sonra ‘Dörtlerin Gecesi’ diye anılan, o gecenin örgütleyicisi olan ve kendini yakan 4 kişiden biri olan Ferhat Kurtay da Kızıltepelidir. Ali Amca’yla aynı mahalledendir, biz de o mahalledeniz; Koçhisar Mahallesi…
- Mardin’le pek bir alakası yok gibi.
Doğru. Mardin’e çok yakındır ama Mardin gibi çok tarihî bir yer değildir. Mardin’de bir Arap burjuvazisi vardır, Kızıltepe’de ise bir burjuvazi yoktur ama toprak zenginidir, çünkü toprak çok verimlidir. Doğru ekersen senede 3 kere ürün verir ve bu bir kadının yılda 3 kere doğurması gibi normalde imkânsızdır bence.
- Çok politik olmasının sebeplerinden biri sınıra yakın ya da serhad bölgesi olmasından ileri geliyor olabilir mi?
Serhad yukarıda, biz ovadayız. Kars, Ardahan, Iğdır, Van serhaddır. Sınıra yakın olanlara ‘bin xet’ derler bizde. Bizim sadece şarkılarımız, geleneklerimiz, lehçelerimiz değil, yürüyüşümüz bile farklıdır. Ovalılar ayağını sürüyerek, dağdakiler ayağını yukarı ata ata yürür. (Gülüyor) ‘Yalnızlık bir ovanın düz oluşu gibi bir şeydir’ demiş Cemal Süreya… Sınırda olması çok politik olmasının sebeplerinden biri olabilir ama sınırla ilişkisi de bir tuhaftır Kızıltepe’nin. Suriye sınırında olmasına rağmen hiç Araplaşmamış bir yerdir.
- Halbuki Mardin’in çoğunluğu Arap...
Ama kovgun Ermeni ve Süryanilerden sonra çoğunluk Arap nüfus oldu. Çoğunluk diye bir şeyden söz etmek cumhuriyetle başladı, daha önce öyle bir şey yoktu. Aslında çok uzun yıllar çoğunluğu gayrimüslimler oluşturmuş. Sonra cumhuriyetle beraber Hamidiye Alayları’nın, Kürtlerin bir şekilde maşa olarak kullanılmasının da bunda bir etkisi vardır. 15, Koçgiri, Ağrı vs. sonrasında yani cumhuriyet projesinin sonucunda aslında çoğunluk Müslüman Türk, Müslüman Kürt’e geçiyor.
- Araplarla Kürtlerin birbirini sevmediği söylenir hep; bundan 11 yıl evvel bir Mardin ziyaretimde bir Arap şoföre ‘siz niye Kürtleri sevmiyorsunuz’ diye sorduğumda, bana ‘e, onlar da bizi sevmiyor’ diye bir cevap vermişti. Sence sebep ne?
Bizimkilerin adına şunu söyleyebilirim; Kızıltepe Anadolu Lisesi - Mardin Anadolu Lisesi basketbol final maçı, yıl 1998 olmalı… Bir kavga çıktı maçın sonunda, polisler sadece bizi dövdü. Anladın mı? (Gülüyor) Tamamını tabii ki suçlamak gibi bir hadsizlik etmem ama hakikaten hep devlete yakın, statükoya yakın bir tavır sergilemişlerdir Araplar ve o yüzden burjuvazi oluşabilmiştir. İsmet İnönü’nün sanıyorum Mustafa Kemal’e sunduğu 1’inci Kürt Raporu’nda Mardin için ‘Mardin ve Siirt Türk olmaya hevesli Arap şehirleridir’ der. Bak geçmişe, Mardin’in merkez belediyesini hep o dönemin iktidar partisi almıştır. O refleks garip bir refleks. Mesela -bu bir hipotez tabii- Siirt’in ve Mardin’in yerel seçimlerine bakarak, Türkiye’nin genel seçimdeki eylemini aşağı yukarı anlayabilirsin. Değişkeni azdır. Malatya’da öyle değildir mesela, bir seçim Demokrat Parti alır, bir seçim ANAP, diğer seçim CHP’ye verirler. Sonra AKP gelir vs. Adıyaman’da da öyledir, Orta Anadolu’nun genelinde de bu böyledir ama Mardin’de ve Siirt’te bu refleks başka işler. Bu sevmemek değil; onlar bizi çok serseri, hayatını yakmaya hazır görüyor olabilirler, yani biraz fazla… (birkaç saniye susuyor)
- Anarşist mi görüyorlar?
(Gülüyor) Evet ama kötü anlamıyla; ‘anarşik’ hatta… Biz de onları statükoya yakın, sıkıcı insanlar olarak görüyoruz. O yüzdendir herhalde bu sevmeme hali…
"SONRA ‘BU KÜRTLER GENE ACILARINI ANLATIYOR’ GİBİ OLMASIN"
- Hâlâ kendinle ilgili hiçbir şey söylemedin; Kızıltepe’de büyümek nasıl bir şeydi?
Kızıltepe bir kere benim için Koçhisar’da bir bahçe demek.
- İlk kitabın ‘Kusurlu Bahçe’ oradan geliyor zaten.
Evet. İsmini Kusurlu Bahçe koyduğum için amcamlar kızdı sonra bana. Niye kusurluymuş diye… (Gülüyor) 3 evdik biz orada, aslında 3,5 evdik. Girişte de yere yakın kerpiç bir ev vardı.
- Geçen yıl çıkan ‘Dedemin Definesi’ kitabında bahsettiğin ev mi?
Evet, oradaki ev. Biz, amcamlar, dedemler bir arada yaşardık o bahçede. Çok kalabalıktık ama insan çocukluğunu hep kalabalık hatırlıyor nedense. Sokaklarda büyüdük biz. Benim dönemimdeki bütün çocuklar sokakla ilişkiliydi. Yaşıtım bin tane çocuk vardı, hepsi de kuzenimdi. Çok mutlu mesut bir çocukluğum oldu o anlamda ama bir yandan da çatışmalar arasında geçti. '90’lar, 92-93 Newroz’ları, coğrafyada çok büyük olaylar var, Kızıltepe çok hareketli; bizim ev de çarşı karakolunun ve Ulu Camii’nin arkasında, dolayısıyla çok yoğundu çatışmalar gerçekten… Çocukluğumu romantize etmek için söylemiyorum bunları, sonra ‘bu Kürtler gene acılarını anlatıyor’ gibi olmasını istemem ama çocukluğumun bir kısmında hep çatışmalar, silah sesleri, mermi delikleri var hep. Sadece evlerimizin duvarlarında değil, camide de vardı, en çok ona üzülürdüm.
- Ne tuhaftır, Sur’daki çatışmalarda da en çok zarar gören yerlerden biri Ulu Cami, diğeri de Dört Ayaklı Minare olmuştu.
Doğru. Çok zarar gördü ama mahvolmadılar Allah'tan. Ben bizim caminin bahçesinde büyüdüm desem yeridir. Oranın bir duvarı bizim kalemizdi. Top oynardık orada. Müezzin, imam bizim mahalledendi. Bizleri severdi. İyi top oynardım; futbolcu olacağımı hayal ederdim ortaokula kadar. Aile de sporcu bir aileydi zaten. Babam voleybolcu, bir amcam masa tenisçi, diğeri futbolla ilgiliydi. Hatta bir amcam yıllarca Kızıltepe Spor’un başkanlığını yaptı. Amca diye bahsettiklerimin arasında babamın amcaları da var; yani 15-20 amca vardır bizim ailede. 10’a yakını benim kendi amcalarımdır.
- İtalyan aileleri gibi biraz.
(Gülüyor) Ailem biraz erken aristokrat bir aileydi. Erken okumuş, Türkçeyi erken öğrenmiş; o yüzden devletle ilişkisi daha ‘ortalama’, daha düzgün idi. Bir amcam noterdi. Savcı, hâkim bizim eve yemeğe gelirdi. Bir amcam elektrik mühendisiydi, o zaman -ismi TEK’ti- Türk Elektrik Kurumu’nun müessese müdürüydü. Öteki amcam da orada şefti. Dolayısıyla nüfuzu olan bir aileydik. Bahçemiz de bu yüzden çok kalabalıktı. Gelenimiz gidenimiz çoktu. Rahmetli babaannem evde misafir olmadığında dövünürdü resmen. Biz ne kusur işledik de bugün misafir gelmedi diye çok üzülürdü. (Gülüyor) Bir yandan da garip Alevi âdetleri olan, Hazreti Hüseyin’e çok üzülünen, Kerbela’ya çok ağlanılan bir evdi. Bir yandan da dergâh sahibi, kapı sahibi bir evdi. Şeyh ailesiydi yani.
- Kadınlarınız örtülü müydü?
Bu anlamda biraz enteresan, eklektik bir yapımız vardır. Kadınlarımızın başı açıktı. Annem de öğretmendi. Annemin saçının boyasız olduğu zamanı hatırlamam. Annemin halası aynı zamanda -babamın da teyzesi- amcamla evliydi, onun kürkü vardı mesela, hâlâ hatırlarım.
- Kızıltepe’de kürk giyen bir kadın; gerçekten çok eklektik.
Annem de kürk giyerdi. Aile doktorumuz bile vardı o zamanlar. Bu konfora rağmen amcamların hepsi, babam da bayağı politikti.
- Peki sen ne zaman ‘anarşik’ oldun?
(Gülüyor) Valla ben aradım, okudum hep. Bir şeylerin ters gittiğinin çok farkındaydım. Kendi konforumuzdan da rahatsızdım. Yıllar içinde belki bu konfordan yararlanmış olabilirim ama ben hep bundan rahatsızdım. Sonra neyse ki Allaha şükür iflas ettik, o konfordan hepimiz elimizi yıkadık, berbâd olduk yani. (Gülüyor) Okuduğum, yazdığım, dinlediğim insan hikayeleri sebebiyle kendimi ‘anarşik’ yani muhalif ortamın içinde buldum.
- Kelimelerle ne zaman haşır neşir oldun?
Yine bir amcam vardı, çok okurdu, müzikle çok ilgilenirdi. Bir ajandası vardı; Toprak Bank ajandası, hiç unutmuyorum. Vişne kurusu renkli, ciltli bir ajandaydı. En yakın arkadaşı Mehmet Salih Atlı ağabey ile edebiyat, müzik konuşurlar, o ajandaya şiirler, şarkı sözleri yazarlardı. O zamanlar herhalde lise talebesiydiler, ben de ortaokul hazırlıktaydım.
- Belki de o sözlerdir senin şiire âşık olmanı sağlayan?
Doğru söylüyorsun, ilk temas onlar olabilir. Ben Ülkü Tamer’i, Attilâ İlhan’ı, Ahmet Arif’i, Sabahattin Ali’yi şarkılardan biliyorum mesela. Attilâ İlhan’ı Ahmet Kaya’dan biliyorum örneğin.
- Hangi müzisyenleri dinlerdiniz o dönem peki?
Kızılırmak, Grup Yorum, Ahmet Kaya, Ferhat Tunç, Şivan Perwer, Ciwan Haco; yeni gruplardan da Koma Amed, Koma Dengê Azadî dinlerdik. Müzik çok etkilidir benim kuşağımın üstünde. Şivan Perwer dinleyip dağa çıkan insan vardı yani, o derece.
- Ahmet Kaya’yı bu kadar sevmenin sebebi o yıllar mı?
Ben Ahmet Kaya’yı bir tür ortaokul arkadaşı gibi seviyorum. Beraber büyüdüğüm biri o. Hazreti Ali’yi de Hazreti İsa’yı hatta Ediz Hun’u da öyle severim ben. O bahsettiğim ajandada amcama ve Salih Ağabey'e ait olduğunu sandığım şiirler meğerse o bahsettiğim müzisyenlerin şarkı sözleriymiş. Sonra Salih Ağabey tutuklandı, 20 yıl kadar ceza yemişti, hâlâ cezaevinde… Birkaç şiirini gördüm dergilerde basılan; birkaç şiirimde de ben bahsettim ondan. Böylesi insan hikâyelerinden çok etkilendim sanıyorum; tabiatım insan hikayelerinden etkilenip birşeyler yapmaya çok müsait...
"KÜRTLERİN HUMORU BİRAZ OFANSİF İNGİLİZ HUMORUNA BENZER, HER ŞEYE KÜFREDİLEBİLİR MESELA"
- Sizin coğrafyada çok ağır hikâyeler var.
Her yerde var aslında ama bizde belki biraz daha fazla. Yoğun Hizbullah infazı yapılmıştı Kızıltepe’de mesela. Ben ilkokuldayken Seydo Aydoğan öğretmeni katletmişti Hizbullah ve ben şahit olmuştum Seydo Hoca'nın ölümüne. Karne günüydü. Önümden bir motosiklet geçti ve evinin kapısının önünde vurdular Seydo Hoca'yı. Devrimciydi, politikti, o dönemin faili meçhullerinden biri oldu. Bunu ‘Sokağın Zoru’ kitabımda, Bir Gün ve Evrensel gazetelerinde de yazmıştım zaten.
- İlk iki kitabını ithaf ettiğin öğretmenin Erdal Can da öldürülmüştü, değil mi?
Evet. Erdal Hoca, Kızıltepe Anadolu Lisesi’nde benim edebiyat öğretmenimdi. Şiir yazardı. Onunla temasımız hep şiir üzerinden oldu; ilişkimiz öğretmen-talebe ilişkisinden ahbaplığa evirildiğinde bana kendi fanzinlerini vermişti. Bana İsmet Özel’i, Zarifoğlu’nu, Karakoç’u, Uyar’ı, Cansever’i, Süreya’yı falan o öğretmişti. Hatta bu yakınlarda Nilüfer Belediyesi’nin çıkardığı, Mustafa Köz’ün yayıma hazırladığı, gen çölen şairleri anlatan ‘Dinmez Tarla Kuşunun Şarkısı’ isimli kitaba Erdal Hoca'nın şiirlerini ve onun hakkında bir yazı koydum. Şu anda Erdal Hoca'nın öldüğü yaşın 9 yıl fazlasındayım.
- Bir çocuk olarak bu kadar ağır hikâyelere şahitlik etmene rağmen seni şehirde tutan neydi?
Ya bizim kuşak kahramanlık çağından sonra gelen kuşak. Bizden bir önceki kuşak kahramanlığa, hayatını feda etmeye daha müsaitti. 12 Eylül yaşandıktan sonra çok büyük bir enerji birikmiş, 92-93 yılları ise bu enerjinin en doruğa çıktığı zamanlardı.
- Bu da büyük bir patlamaya sebep oldu tabii…
Çok büyük bir patlama hem de… Cizre, Kızıltepe, Derik Newroz’ları vs. O zamanlar daha 9-10 yaşlarındasın, bir şeye dahil olma şansın yok; olaylara uzaktan bakan, neler oluyor diye merak eden ama bir yandan da memleketinin ismini ana haberde ‘bilmem nerede şu kadar terörist imha edildi ya da ölü olarak ele geçirildi’ diye duyan birisin… Ertürk Yöndemler, Anadolu’dan Görünümler zamanları; çok yoğun bir propaganda var, fakat sen farklı şeylere şahit oluyorsun.
- O yaşta bir çocuk olarak ne hissederdin, memleketin hakkında öyle şeyler görünce?
Valla bir kısmına gülerdik, komik gelirdi bize çünkü orada anlatılan şehir bizim şehrimiz değildi. Biz eğlenceli bir jenerasyonuz aynı zamanda. Zaten Kürtlerde hep politik bir bağlam olduğu için, ne yazık ki henüz pek bilinmeyen, bir türlü altı çizilememiş çok büyük bir mizah, bir humor vardır. Bu biraz ofansif İngiliz humoruna benzer, her şeye küfredilebilir Kürtçede mesela. Asla kutsal yoktur. Hatta ve hatta -abartarak söylüyorum- engellilerle bile dalga geçilir ve muhatap da buna güler, şakaya da katılır. Kıraathanede dedeler, amcalar birbirlerinin çocuklarıyla ilgili de şaka yapabilirler. Birinin unutkanlığı, dalgınlığı, beceriksizliği şaka konusu olabilir.
- Bu biraz da mizaha sığınma galiba… Mizah olmasa insan delirmeye çok muktedirdir ya!
Yani evet, humorun ortaya çıkışında muhtemelen geçmişten gelen o sıkışmışlık da vardır. Bu humor sadece Kürtçede değil, Zazacada da var. Onlar da hiç kutsal tanımazlar; küfür müfür gırladır. Mesela Zazaların Rençber Aziz diye Böngöllü bir şarkıcısı var, ‘Vur Dumana Gel İmana’ diye çok eğlenceli bir şarkısı var: Rakı yaştır hem yavaştır bela getirir başa, o sarıdır hem kurudur şifa getirir başa… Başka bir lehçe olduğu için dinleyince anlamıyorum, senin Uygurcayı anlamaman gibi… Bir arkadaşa ‘sen bunun Zazakisini söylesene bana’ dedim, ‘ağabey çevirmeyeyim bence, bayağı küfrediyor adam’ dedi. (Gülüyor)
Önceki soruna dönersek; beni şehirde tutan sebep kahramanlık çağından sonraki çok okuyan, çok araştıran, çok bilgilenen, akademiye çok müsait bir nesil olmamızdır. Liseden 65 kişi mezun olduk, 63’ü üniversite okudu. Bizler daha iyiyi, daha düzgün eğitimi, daha fazla olanağı tahayyül edecek imkâna erişmiştik. Ülkenin sosyolojik yapısı da değişmeye başlamıştı; özel televizyonların kurulması bizim zamanlarımıza denk geldi, biz daha liseyi bitirmeden internet icat oldu. Kızıltepe’de ilk internet bağlanan evlerden biri bizim evdi mesela.
- Okuma oranı bayağı yüksek, Dersim gibi…
Kızıltepe öyledir, mesela Gülencilerin ilk dershane açtığı yerlerden biridir orası; Sur Dershanesi…Hatta ilk dershane açtıkları ilçe bile olabilir, çünkü orada okumaya müsait bir nesil olduğunu görmüşler belki de.
"TEMEL MOTİVASYONUM EDEBİYAT YAPMAKTAN ZİYADE TARİHE NOT DÜŞME GAYRETİYDİ"
- İlk kitabının yayımlanması için dosyan hazır olmasına rağmen bayağı beklemişsin.
Evet, mastır yaptıktan sonra yayımladım. Hem ikna olmamıştım hem de üniversitedeyken temasım azalmıştı şiirle ve edebiyatla, çeşitli harala güreleden ötürü... Politik hareketin daha önemli olduğunu düşünüyordum. Ama hep takip mesafesinde iyi bir okur olmaya çalıştım. Şiirde 80’lerden kalan lirik bakiye, şiirin böyle yapış yapış lirizmden ibaret olması beni çok rahatsız ediyordu ve bir çıkış yolu arıyordum. Bunu da Adana’da çıkan Heves isimli şiir dergisinde görmüştüm; orada arada şiirlerimi yayımlıyordum. Sonra da o grupla 160. Kilometre diye bir yayınevi kurduk ve öyle çıktı ‘Kusurlu Bahçe’... 27 yaşımdaydım.
- Bahçen neden kusurlu?
Çocukluğumla ilgili bir şey o. Ben çocukluğumu hep annemle hatırlıyorum. Onun ne kadar mutsuz olduğunu hatırlıyorum; bizim mutluluğumuz için kendi mutluluğundan feragat etmiş bir kadındır annem… Annem dediğim de bir stereotip olarak anne, aslında oradaki bütün kadınlar. Oradaki kusur da hüznün altını çizmektir. Şu anda o bahçe bize ait değil, sattık. Ben halen ara ara gider uzaktan bakarım. Artık bize ait olmaması da kusurlu dememin bir sebebidir.
- Benim şiirle temasım çok sıkı fıkı değil, belki de nesir olduğundan dolayı, kitaplarının arasında Dedemin Definesi’nin bende farklı bir yeri var. Hikâye örgüsü, farklı bakış açılarının kol kola girmesi, hikâye içinde başka hikâyeler olması…
Ben çember kapatmayı severim zaten. Bir yer açıp, bir şey çizip, eninde sonunda o çemberi kapatmayı severim. Gazete yazılarında da bunu yapıyorum. O otobiyografik bir hikâye zaten ama özünü aldım gerisini manipüle ettim. Çoğu karakter kurgudur yani. Bahçenin baskına uğraması ya da orada define aranması kısımları gerçektir ama.
- Aradaki kitapları atlayıp son kitabın ‘Lokman Kasidesi’ne gelelim; insanı kesikler içinde bırakan bir kitap bence. Sen yazarken nasıl katlanabildin o kesiklere?
(Gülüyor) Öldürdü beni bir anlamda. Neyse kaside form olarak ya övgü ya yas içeren metinlerdir zaten. Daha çıkalı birkaç hafta oldu. Sokağın Zoru’ndan 4 yıl sonra çıktı. Aslında bir kitap dolusu şiir vardı zaten. Hatta şöyle bir düşüncem vardı; Cemal Süreya’nın ‘Sıcak Nal’ ile ‘Güz Bitiği’ kitapları birer gün arayla çıkıyor. 9 sene sanırım, kitap yayımlamamış; uzun bir aradan sonra iki kitap çıkararak jest yapıyor. Yakın zamanlarda da Latife Tekin’in iki romanı beraber çıktı mesela; Selim İleri’nin bir anlatısı bir romanı neredeyse birlikte çıktı. Bu yüzden benim esas düşündüğüm hem o şiirleri hem de kasideyi yayımlamaktı. Kasideyi 2,5 senedir yazıyorum.
- Ne sebep oldu böyle bir yas kitabı yazmana?
Barış süreci, Dolmabahçe protokolünün okunması ve sonrasında masadan kalkılması, ardından ‘çözüm süreci buzdolabında duruyor’ açıklaması, ardından Rojava, ardından hendek savaşları, ardından kayyımlar, gözaltılar, cezaevleri gibi Kürt Hareketi ya da Türkiye’deki bir siyasal hareketin yerinden başlayan bir hat çizebiliriz. 15Temmuz’dan sonra -bilhassa- anayasal hakkımız olan bir şeyi protesto etme ya da karşı ses çıkarma imkânımız elimizden alındı. Yakın dönemin nümayişi Nuriye ile Semih’in Yüksel’deki direnişleri oldu. 19 Ocak’ta yine yan yana gelindi ama gene kıyas kabul etmeyecek küçük bir kalabalık; Newroz, Gezi’nin yıldönümü, bizim için önemli ne varsa ne kutlanabiliyor ne anılabiliyor artık. Cumartesi Anneleri'nin kendi meydanlarından kovulmaları, İHD’nin sokağına sıkıştırılması… Yoğun bir sıkışma, yoğun bir mutsuzluk, yoğun bir depresyon, yoğun bir yenilgi hissi var herkeste. Mecburi bir suskunluk hakimken, ‘biri oturdu bu olanlardan bahsetti’ desinler istedim, bir tür tarihe not düşmek istedim ve Lokman figürünün ağzından bir kaside yazdım. Buradaki temel motivasyonum gerçekten de edebiyat yapmaktan ziyade tarihe not düşme gayretiydi.
- Kitabının sonlarında bir adaya kapattın kendini, bitirebilmek için…
Bir hikâye var aslında kitapla ilgili kimseye anlatmadığım, onu anlatayım. Kitap bitmek üzereydi; Kınalıada’dayım, orada hiç motorlu araç yok, biliyorsun. Kaldığım yerde bir tek ben kalıyorum, Aralık ayı, çok soğuk, etrafta insan yok. Son cümlenin noktasını koydum ve tamam bitti artık bu dedim. Ama bir tuhaf hissediyordum çünkü bu kitapta hiç Ali yoktu. Diğer iki kitabımda da Ali var; birinde Hüseyin mersiyesini, diğerinde Ali İsmail’i kullandım. Kafamda bu düşüncelerle dışarı çıktım, akşam vaktiydi, normalde hep yürüdüğüm sokağın dışında bir yere saptım ve bir kamyon gördüm. Adada belediye aracı bile yok, kamyonetin ne işi var? Yaklaştım, kamyonetin arkasında el yazısına yakın çok güzel bir fontla yazılmış bir yazı dikkatimi çekti.
Okumak için yanına gittiğimde şunu gördüm: ‘Bir arının bir Ali’nin sırrına eremedim’…Düşünsene, öyle bir yazıya tesadüfen denk gelmemin ötesinde, o yazıyı ‘kitapta Ali yok’ duygusuyla gördüm. Bu bir işaretti bana göre; fotoğrafını çektim ve kitabın sonuna onu koydum.
- Bana göre ebeveynlerin bile çocuklarını aynı şekilde sevmesi mümkün değil; biri mutlaka daha ağır basar. Lokman Hekim’de senin en sevdiğin bölüm ya da dize hangisi oldu?
(Gülümsüyor) Beni çok etkileyen bir beytin ikinci dizesi var orada, onu yazdığım an o dizenin kitabın adeta bir özeti olduğunu hissettim; ‘Şimdi hiçbir yeğenin elini öpemiyor’…
- Kitabın çok ilginç bir kapağı var. Hikayesi var mı?
Kitabın kapağını Emir Tali yaptı. 3 kitapta da kullandığımız resimler, işlerini çok sevdiğim ve çok heyecan duyduğum Diyarbakırlı ressam İhsan Oturmak’a ait. Onunla yıllar evvel karşılaşmıştım ve orada aklıma koymuştum zaten. Everest’e geçtiğimde bir dizi tasarlayalım dedik, Lokman Kasidesi fikri vardı zaten. Bu sebeple İhsan’la konuştuk ve hem ön hem arka kapaklar için 6 tane resim seçtik. Emir de tasarımını yaptı. Bu dizide beni en çok heyecanlandıran da kasidenin kapağıydı zaten. Yeni bir kitap çıkarsa, İhsan yine başvuracağım adrestir.
- Peki barış için hâlâ bir umudun var mı?
Şüphesiz var ama barıştan çok devrim için bir umudum var. Devrim fikriyle büyümüş biri olarak, sadece bu coğrafya için değil tüm dünyada bu ileri kapitalist düzenin bir şekilde yıkılacağına, iş emek dengesinin, rekoltenin adil ve eşit olacağına, ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, ücretsiz ulaşım, ücretsiz ısınma elektrik suya kavuşulacağına, bunun da sosyalizan Marksizan bir yerden olacağına dair bir umudum var. O yüzden barış hemen şimdi ama kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz…