'Yalnız bugünün değil geçmişin de adaletsizliklerine tanığız'
Seran VRESKALA
ARTI GERÇEK – Kim ‘Bir İstanbul Masalı’ dizisini izlememiştir ki? Bir dönem ülkenin en yüksek reytingini alan, hikâyesiyle hafızalara kazınan ve en çok konuşulan dizinin senaristi olmak herkese nasip olmaz. Dizilerin temel dinamiği olan aşk, sınıf, kültür vs. odaklı çatışma unsurlarını çok iyi kullanan senaristlerdendi, fakat 8 yıl evvel dizileri tamamen bıraktı. Sektörde hakkında konuştuğum birkaç kişi onun senaristliği bırakmasıyla dizi dünyasının çok şey kaybettiğini ama edebiyat dünyasının çok şey kazandığını söyledi.
Tanıdığım en vicdanlı ve empati duygusu yüksek yazarlardan Boralıoğlu; sesi o kadar yumuşak ki vicdanı konuşuyor sanki. Aynı sesi Yunus Nadi Ödülü’nü alan öykü kitabı ‘Mübarek Kadınlar’da da duyabiliyorsunuz. Yeni çıkan romanı ‘Dünyadan Aşağı’yı yazması tam 2,5 yıl sürmüş. Romanını kendi deyimiyle daimi bir vicdan azabıyla yazmış. Bu konu sorulduğunda ‘Dışarıda insanlar ölüyor, kollar kopuyor, arkadaşların hapse giriyor ve sen burada Hilmi Aydın denilen herifle uğraşıyorsun’ demiş… ‘Dünyadan Aşağı…’ okurunu cümleyi tamamlamaya çağıran, anti-kahraman bir roman. Kitap içinde kitap olan bu romanın birçok anlatıcısı olduğu için de çok sesli… Boralıoğlu amacının bu kitapla bir senfoni yazmak olduğunu belirtmiş bir söyleşisinde. Kitabındaki karakteri gerçek hayatta şahit olduğu insanlardan ilham alarak oluşturmuş, ancak kendisi bu tip kişiliklerden nefret ettiğini ve elinde olsa böyle tipleri bir kaşık suda boğacağını söylüyor. 'Aksak Ritim' isimli kitabının senaryosunu da kendi yazan Boralıoğlu, daha birkaç gün evvel İKSV tarafından 5-16 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek 38’inci İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma filmlerini değerlendirecek olan jüri arasında...
Yazarlık ve senaristlik yakın olsalar da birbirinden çok farklı dallar; iyi bir yazar senarist, iyi bir senarist de iyi bir yazar olmayabilir. Sizde ikisi de mevcut; ortak ve ayrışan tarafları nedir sizce?
Senaryo yazmak oldukça teknik bir iş. Edebiyat ise çok daha özgür ve kendinden menkul bir alan. Bir roman yazarken kendi kurallarınızı kendiniz koyarsınız ve bunu her defasında yeniden yapabilirsiniz. Ama senaryo yazarken bazı genel geçer kurallar var, onları muhakkak hesaba katmak zorundasınız. Her ikisi de yalnız çalışmayı gerektirse de senaryo söz konusu olduğunda başka zihinler de ister istemez işin içine giriyor. Kimi zaman işe başlamadan önce, kimi zaman bitirdikten sonra. Yönetmeni, yapımcıyı, seyirciyi hesaba katmak zorundasınız. Edebiyatta kimse umrunuzda olmayabilir ve siz olağanüstü bir eser yaratabilirsiniz. Film karanlıkta izlenir, seyirci bir şeylere tutunmak ister, bu yüzden tekniği sağlam kurmak zorundasınız. Kitap aydınlıkta okunur, okuyucu sizinle birlikte her türlü zihin yolculuğuna çıkmaya hazırdır.
Yazılarınızın en sevdiğim tarafı olayları anlatırken manipüle etmeden, yapış yapış ağdalı bir dil kullanmadan anlatmanız… Ajitasyondan ve dramdan uzaksınız.
Yazının bir tabiatı vardır. Yapıntı, zorlama bir dil o tabiatı aşıp yazarı uydurma olanın sınırlarına sokuveriyor. Bu bir tuzak. Çünkü özellikle bizim memleketimizde afili cümleler, içeriği hiçbir anlam ifade etmese de havalı ifadeler belli bir tür okuyucunun pek hoşuna gider. "Alıntı" dünyası Twitter, Facebook gibi sosyal medya da bu tarzı destekliyor. Ben bu sulara girmiyorum, bana göre değil. Sadeliğin derinleşmek için elzem olduğuna inanıyorum. Bu tür bir zihin ve dil dünyasının peşindeyim.
Türüne bağlı olarak edebiyatta hafıza ne kadar önemli? Toplumsal belleğe dokunmak önemli mi?
Tanpınar’ın bir lafı var; ‘Türkiye çocuklarına kendinden başka bir şey düşünme imkânı bırakmıyor’ diyor. Aslında kişisel belleklerimizde toplumsal olmayan pek az şey var. Edebiyatta belleğin tarih ya da psikolojiden farklı bir işleyişi var. Edebiyatta bellek zamana ve mekâna bağlı değildir; yazarın duyarlılığına, imgeleminin genişliğine, vicdanına bağlıdır. Biz edebiyatçılar, yalnız bugünün değil geçmişin de adaletsizliklerine tanığız, bu tanıklıklar kendi dilini, ruhunu, kokusunu arar. Ancak kendi zamanı dolduğunda dile gelir ve bu şekilde de zamanlar üstü olur. Edebiyatçının tanıklığı, gazetecinin ya da felsefecinin tanıklığından çok farklıdır.
Siyasetteki üslup bozukluğu günlük hayata da yansıdı. Çoğunluk vasatın altında diyebileceğimiz bir üsluba sahip; bunu dizilerde de görüyoruz artık. Bu edebiyata da yansıdı mı sizce? Bir de neden karşılık buluyor bu?
Vasat olan daima kolay karşılık bulur ve hızla sirayet eder. Çünkü zekâ, mizah gücü, yetenek gibi kıymetli değerler gerektirmez. Az kelime, sıradan fikirler ve düşük ahlak yeterlidir. Hemen peşi sıra da kötülük gelir. Vasat kendisinden daha yüksek olanı anlamaz ve ilişki kuramaz, bir ilişki sağlamak için daha yüksek olanın zayıflaması gerekir. Böylece vasatlık hızla yayılır. Özellikle totaliter iktidarların en çok ihtiyacı olan zihin de vasat zihindir. Çünkü kolayca yönlendirilebilir, sorgulamadan, araştırmadan, inançlar üzerinden manipüle edilebilir. Diziler toplum inşası için çok önemli araçlar. Hele televizyonun halkın büyük çoğunluğunun evlerinin başköşesinde durduğu bir ülkede. Üzerine sansür de eklenince, iyi işler ancak çok niş alanlarda karşılık bulabiliyor.
‘EDEBİYAT YILLARCA YAPAYALNIZ ÇALIŞTIĞIN BİR SANAT’
‘Dünyadan Aşağı’ yarım bir cümle; okuyucunun tamamlaması gerekiyor demişsiniz. Ne anlatmak istediğinizi anlayan okuru mu yoksa kendine göre algılayan okuru mu tercih edersiniz? Anlaşılmak sizin için ne kadar önemli?
Her yazar elbette romanının kendi düşündüğüyle paralel bir şekilde algılanmasını arzu eder. Ama bu mümkün değil. Kitap yayınlandıktan sonra artık onun kimsenin elinde olmayan bir serüveni var. Bazen okurlar sizin planlamadığınız ayrıntıları fark ediyor, bazen çok hesaplamadan kurduğunuz bir cümle birilerinin hayatını değiştiriveriyor. Bu da edebiyatın büyüsü. Olağanüstü bir şey. Ama kimi zaman yalan yanlış değerlendirmeler insanın canını sıkıyor. Çünkü gerçekten edebiyat en zor sanatlardan biri. Yıllarca tamamıyla yalnız, yapayalnız çalışıyorsunuz. Bir roman bir-iki yılda, bazen beş-altı yılda yazılıyor ve bütün bu süreç boyunca yazar tamamen yalnız. Okurdan tek istediğim bu ıstıraplı sürece saygı duymasıdır. Bunun dışında yarım bırakılmış bir cümlenin her farklı tamamlanışı yazara verilmiş bir hediyedir.
Son romanınızdaki karakter için ‘Bu aynı zamanda bir anti-kahraman romanı. Kaypak, riyakâr, kendine Müslüman bir adam. Hatta cehennem korkusuna rağmen tam anlamıyla Müslüman bile olamayacak kadar tutunamayan…’ demişsiniz. Bu karakter o kadar canlı ki tanıdığınız bir karakter mi? Neden iyi kalpli ve kurtarıcı sendromu olan bir kahraman yerine böyle bir karakter seçtiniz?
‘Dünyadan Aşağı’nın ana karakteri Hilmi Aydın gibi bir değil birçok kişi tanıyorum. Muhakkak siz de tanıyorsunuzdur. Samimi bir şekilde aynaya bakarsak kendi içimizde de bir köşeye saklanmış bir Hilmi Aydın bulabiliriz. Hilmi Aydın zamanın ruhunu temsil eden ve bugün konuştuğumuz birçok derdin müsebbibi olan biri. Aslında bir kişi de değil, bir zihin. Onun üzerinden erkek varlığı, kadının maruz kaldığı meseleler, vasatlık, otorite ile vasatlık ilişkisi üzerine konuşmak, düşünmek mümkün. Bunlar, "iyi kalpli, kurtarıcı sendromlu kahramanları" konuşmaktan daha önemli benim için.
‘Karakterinizin ağzından bir cümle yazıyorsunuz ve okuyucunun ona inanmamasını istiyorsunuz. Öyle bir cümle yaz ki doğru olsun ama okuyucu buna inanmasın, ben bunu başardım’ demişsiniz. Bunu ekranda gösterebilmek daha kolay çünkü orada mimiklerden adamın yalanını anlayabiliyorsunuz; yazıda bunu nasıl başarabildiniz?
Yazının içine de sinen yüzler, mimikler, jestler var. Gerisi edebiyatın büyüsü, benim sanatım.
‘HAYAT BEDEN ÖLDÜĞÜNDE DEĞİL, RUH ÖLDÜĞÜNDE BİTER’
Yazarlar otobiyografilerini yazarken nötr ve tarafsız olamazlar, ya kendilerini yerden yere vurur ya göklere çıkarırlarmış. İnsanın kendini anlatırken tarafsız olması mümkün mü?
Mümkün, hatta hiç de zor değil. Terbiyeli olmak en önemlisi bu noktada. Kendine dair bir içgörü geliştirme ve etrafınızı fark edip varsayma terbiyesi.
Kurguda su sızdırmayan iyi yazar ve senaristlerdensiniz. İlk kez Gabriel Garcia Marquez’de görmüştüm soy ağacı kurgusunu… Soy ağacı çıkartmak, karakter analizi yapmak, teker teker onların hayatlarını kurgulamak biraz deli işi değil mi?
Deli işi değil, bu mesleğin doğal bir parçası. Senaryo yazarı olarak da özellikle de karaktere dayalı bir roman yazıyorsanız romancı olarak da yarattığınız karakteri gerçekmiş kadar iyi tanımak zorundasınız. Bazen o kadar güçlü bir şekilde yaratırsınız ki karakteri, size rağmen o istediği şekilde hareket eder. O noktada yazarın çok dikkatli olması gerekir. Ama bunlar yaratıcılıkla, yani edebiyatın özüyle değil, tekniğiyle, yazarın maharetiyle ilgili şeyler.
Yazmak yabancı dil gibi körelebilen, nankör bir alışkanlık; her gün yazmazsanız elinizden uçup gidiverirmiş gibi geliyor bana. Her gün yazar mısınız mesela?
Her gün masanın başına otururum. Bazen yazarım bazen yazamam. Bazen yalnızca bir cümle yazarım, bazen sekiz sayfa, bazen de yalnızca önceden yazdıklarımı okurum. Ama mutlaka hemen her gün yazıyla bir temas kurarım.
İstanbul Film Festivali'nin jüri üyeleri arasındasınız. İzlediğiniz bir filmde sizin için en önemli unsur nedir? Hikâye, senaryo, kurgu, görsellik, oyunculuk vs...
En önemlisi filmin ruhudur. Nasıl bir cümle oluşuyor bir filmden, o cümlenin ruhu nedir, her şeyden önce filmin bir ruhu var mıdır, buna bakarım. Çünkü ruh olmayınca, çok iyi oyunculuklar da, hikâye de, kurgu da belli bir yere kadar anlam taşıyor.
Senaryosu iyiyse filmin kötü olma şansı var mıdır peki? Kötü bir senaryoda ne kadar iyi oyuncular olursa olsun film iyi çıkmaz ya; dolayısıyla senaryo bir filmin can damarı mıdır sizce?
Doğrudur, senaryo filmin can damarıdır ama iyi bir senaryodan da berbat bir film çıkabilir. Film çok kolektif bir iş. İşte az önce sözünü ettiğim o ruhun senaryodan itibaren görünür olması ve ekibin tümüne sirayet etmesi lazım. Aksi takdirde her şeyin başka yönlere gitmesi çok mümkün. Birçok kere şu durumda kalıyoruz bir film karşısında: Her şey yerli yerinde, şahane oyuncular rol almış, acayip paralar harcanmış, çok profesyonel bir senaryo ama film hiçbir şey ifade etmiyor. Neden? Çünkü ruh yok! Hayat beden öldüğünde değil, ruh öldüğünde biter.