Yetvart Danzikyan
100 yıldır hangi gemideyiz?
Bu yıl 19 Mayıs ayrı bir şevkle kutlanıyor, kutlandı. Bunda 1919’un yani Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının 100. yılını idrak etmemiz kadar, Erdoğan rejiminin Osmanlı ve Selçuklu mirasının yanı sıra yeni dönemin bir politikası olarak Cumhuriyet ritüellerine de muhabbetle sahip çıkmasının payı var. Bundan maksat hem olabildiğince ulusalcı-milliyetçi kesimle arayı fazla açmamak, hem de her türlü 100’üncü, 200’üncü, 500’üncü sene-i devriyeyi totaliter rejimin bir rüknü olarak "atılım" propagandası vesilesi yapmak.
Tablo böyle olunca gazeteler ve televizyonları da meselenin "sene-i devriye" yanına vurgu yapan ilanlar doldurdu doğal olarak. Yalnız buna geçmeden, rejim ister İslamcıların, ister seküler milliyetçilerin elinde olsun, Milli Mücadele’yi "bir" kişinin Samsun’a çıkışı ile başlatan ve bunu kutsayan resmi anlatıya da bakmak gerekir. Bu herhalde siyasi kültürümüzle ilgili bir şey. Her şeyi "bir" kişinin yapmaya muktedir olduğuna öyle inanmış ve şartlanmışız ki, ülkeyi de "bir" kişinin kurtardığına ve bu kurtuluşun o "bir" kişinin memleketin bir yerine ayak basmasıyla başladığına da ikna olmuşuz. Oysa Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı o günün şartlarında bugün yüklediğimiz manayı henüz taşımıyordu ve Milli Mücadele, kongrelerle olsun, Mustafa Kemal’in yanındaki komuta heyetiyle olsun, "bir" kişinin değil, çok kişinin eseri olmuştur. (Bu konuda Bülent Tanör’ün "Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları" kitabına bakılabilir, AFA Yayıncılık, 1992)*
Üstelik 19 Mayıs, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren de bugünkü manasıyla kutlanmamıştır. Ayşe Hür, Twitter hesabında, bu bayramın nasıl da 1937-38’lerde kutlanmaya başlandığını anlattı, geride bıraktığımız saatlerde.
Gelelim 100 yıldır hepimizin aynı gemide olup olmadığına. Doğrusu hiç de öyle değil. Geride bıraktığımız 100 yıl Ermenilerin mallarına Emval-i Metruke ile el konmasına, Büyük Mübadele ve Pontus’taki katliamlar** ile Rum nüfusun bu topraklardan silinmesine, bırakın devlet memurluğunu, özel sektörün bazı kollarının bile Cumhuriyet’in ilk yıllarında gayrimüslimlere kapatılmasına, 1934 İskan Kanunu ile Kürtlerin yanı sıra kimi yörelerde Ermenilerin de bir kez daha Anadolu’da yaşadıkları topraklardan sürülmesine, Trakya’daki Yahudi pogromuna, Dersim Katliamı'na, Varlık Vergisi ile Yahudi, Rum ve Ermenilerin mallarının bir kez daha transfer edilmesine, 6-7 Eylül pogromuna, 1964’de Rumların bir kez daha sürgün edilmesine sahne oldu. Beri yandan tek parti-çok parti farketmez, solculara işkencehanelerde zulüm edilmesine, gencecik insanların darağaçlarına gönderilmesine, yargısız infazlarla yok edilmesine, cezaevlerinde birkaç kuşağın kırılmasına sahne oldu. Yine beri yandan, askerî darbelerle siyasete defalarca müdahale edilmesine, Başbakan ve bakanların asılmasına sahne oldu.
Çok açık ki 100 yıldır aynı gemide değiliz. 100 yıldır aynı gemide olanlar bir kez ellerine geçirdikleri iktidarlarını sürdürmek için her türlü antidemokratik yola meyleden, kah seçim iptal eden, kah parti kapatan, kah darbe yapan, kah beğenmediği seçimi tekrar edenlerdir. Ve kuşaklar boyunca resmî görüş ile uyum göstermeyen her türlü etnik, mezhepsel, sınıfsal ya da siyasi grubu ezenlerdir. Onlar elbette ki 100 yıldır aynı gemidedirler. Beri tarafta ise tüm bu baskı rejimine karşı direnen, seslerini, nefeslerini duyurmaya çalışanlar var. 100 yıllık tarihimiz, kabaca böyle.
* Tanör durumu şöyle tarif eder: "Nutuk’un söylendiği yıl, (1927) yeni iktidarın iç hesaplaşmasını büyük ölçüde tasfiye ettiği, İttihatçıları ve muhalefeti etkisizleştirdiği, ama aynı zamanda bunlarla ideolojik hesaplaşmasını sürdürdüğü bir yıldır. Atatürk’ün CHP Kurultayı’nda okuduğu ve 6 gün süren Nutuk, yakın mücadele arkadaşlarıyla ve kurtuluşçuların bir kısmıyla da hesaplaşma niteliğindedir. Burada milli mücadelenin oluşumu büyük çapta başından beri tek başına planlanmış, ama bir ‘milli sır’ gibi saklı tutulmuş, yeri ve zamanı geldikçe kademe kademe uygulamaya konmuş bir program şeklinde sunulmuştur. (...) Mütareke dönemi sivil toplum canlılığının göstergesi olan yerel kongreler, bazı araştırmacıların da yeterince dikkatini çekmiş sayılmaz. Türkiye’de halk hareketlerine ya da toplumsal tarihe yönelik bazı incelemelerde bunlardan söz edildiği görülmemektedir. Kurtuluş Savaşı’nın siyasal yönlerine eğilen araştırmacıların ise ‘Anadolu ihtilali ya da milli kongreler’den söz ederken yalnız Erzurum ve Sivas kongrelerine değinmeleri bir başka eksiklik örneğidir" (Sayfa 13) Bülent Tanör kuşkusuz burada literatürdeki ve anlatıdaki çok önemli bir eksikliğe dikkat çekiyor, ancak herhalde şunu da eklemek gerekir ki bu örgütlenmelerin ana motivasyon kaynaklarından biri de tehcir edilen ve mallarına el konan Ermenilerin geri döneceği düşüncesi ve propagandasıdır. Bu konuda Taner Akçam'ın "Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu" kitabına bakılabilir.
** "1922 sonrası Anadolu’yu ve Doğu Trakya’yı terketmiş toplam 1.325.217 mülteci sayısına ulaşılmaktadır. Anadolu ve Doğu Trakya Osmanlı Rum cemaatinin ‘1914 ve 1923 arasında 350.000 ile 400.000 ölüm yaşadığı iddia edilmektedir’ (D. Panzac, 1988) Böylece bu cemaatin %25, 5'i ila %25,7’lik kısmının savaşlardan, tehcirlerin ve kıyımların sonuçlarından dolayı öldüğü öne sürülmektedir..." (Michel Bruneau, Küçük Asya’dan Türkiye’ye Azınlıklar, Etnik Milli Homojenleştirme, Diasporalar, İletişim Yayınları, 2018)
Bruneau, bunun İttihat ve Terakki rejiminde başlamış bir politika olduğunu söylemektedir: "Talat Paşa 1914 Ekim sonlarından itibaren Rumlara karşı uygulanan ve onları Yunan adalarına, Makedonya ve Trakya’ya göç etmeye sürükleyen baskı ve tehditlerin durdurulması için vilayet yetkililerine şifreli telgraflar gönderdi. Böylelikle Ocak 1915’te örneğin Edirne ve Ayvalık bölgelerindeki terör iklimine son verildi. Rumların Anadolu’nun iç kısımlarına tehcirine yönelik ilk kararlar o zamanlar alındı. Doğu Trakya Rumlarının Yunanistan’a göç etmesi yerine Anadolu’nun iç kısımlarına tehcir edilmeleri kararlaştırılmıştı." (Sayfa 185) Bruneau bunun bilinçli bir politika olduğunu, Rumların Yunanistan’a gidip orduya katılmalarını engellemek ve Anadolu’da ekonomi ve zanaatin tamamıyla çökmesini durdurmak düşüncesiyle böyle bir karar alındığını öne sürer. Batı Pontus’a gelince: "Rus ordusunca işgal edilmeyen Batı Pontus tarafındaki Rumlar da iç kısımlara doğru tehcir edildiler. Kastamonu, Sivas, Çorum, Bolu, Ankara... (...) Ege Denizi ve Karadeniz kıyılarındaki kitlesel tehcirler Rum varlığını ortadan kaldırmak için çok etkili bir araç oldu. 1915 Mart-Eylül arasında Trakya’nın, Marmara denizi adalarının, Çanakkale ve Boğazı ve kısmen İstanbul Boğazı’nın Rum ahalileri tahliye edildi. Evler yakıldı ve yağma edildi, acımasız cinayetler ve işkenceler vuku buldu." (sayfa 186) Bu konuda ayrıca şu makale de faydalıdır: Emre Can Dağlıoğlu-Serdar Korucu, "Birinci Meclis’te Pontus Tartışmaları: ‘Gayrimüslimlerin hepsini mahvedecek miyiz?’, Agos, 18 Mayıs 2018.