Doğan Özgüden
25 yıl önce yitirdiğimiz Can Yücel'e özlem...
Bugün, Ağustos'un 12'si, 60'lı yıllarda Türkiye'de yayınladığımız Ant Dergisi'nin değerli yazarlarından, sevgili dostumuz Can Yücel'in 25. ölüm yıldönümü... Son bir ay içinde Ferit Edgü ve Genco Erkal gibi iki değerimizi yitirmiş olmanın üzüntüsü devam ederken gelen bu acı yıldönümü beni ister istemez yarım yüzyıl önceki ortak mücadele günlerimize götürdü.
Dün Ant Dergisi ciltlerini açarak Can'ın sömürü düzenine meydan okuyan o hırçınlık ve nükte dolu yazılarını tıpkı onları yayınladığım günlerdeki hayranlıkla ve coşkuyla tekrar tekrar okudum.
Can, her hafta yayımladığımız fıkralarında politikacıların eyyamcı maskelerini büyük bir ustalıkla param parça eder, sadece AP iktidarının değil, “Ortanın Solu” kisvesine büründükten sonra “En büyük rakibimiz TİP’tir” diye işçi sınıfının partisine karşı savaş açan CHP’nin de ipliğini pazara çıkartırdı.
Can Yücel’i önce 40’lı yıllarda ismen, sonra da 50’li yıllarda şahsen tanımıştım.
1946 yılında orta kısmında okumağa başladığım Ankara Atatürk Lisesi’nin kapısından ilk girişimde sağ tarafta büyük bir iftihar tablosu vardı. Tablonun en tepesinde de Hasan Ali Yücel’in oğlu olduğunu sonradan öğreneceğim Can Yücel’in bir fotoğrafı...
Duygulanmıştım… Çünkü Yücel soyadı daha o yaşta benim yaşamımda önemli bir yer tutuyordu… Anadolu bozkırındaki ara istasyonlarda demiryolcu babam okuma yazma ve kerrat cetvelini bana küçük yaşta öğrettiği için daha altı yaşındayken yakın köydeki beş sınıfın bir arada okuduğu kerpiç yapılı ilkokulda doğrudan ikinci sınıfa kaydedilmiştim.
Ankara’da ortaokula kaydolacağım 1946’da henüz 11 yaşını dahi doldurmamış olduğum için kaydım yapılmadan kapıdan geri çevrilmiştim.
Bunun üzerine son derece öfkelenen babam beni de yanında sürükleyerek doğrudan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in makamına çıkmıştı. Benim “beş sınıf tek odada” başlayan kayıt serüvenimi anlatmış, duygulanan Yücel de babama hak vererek “Ben emir veriyorum. Yarın okula tekrar gidin, kaydı yapılsın” demişti.
İşte o iftihar listesindeki Can Yücel o saygı ve şükran duyduğum büyük insanın oğluydu… Ne ki, bu olaydan kısa bir süre sonra özellikle köy enstitüleri konusunda sağdan gelen baskılara boyun eğen CHP iktidarı Yücel’i bakanlıktan uzaklaştırıp yerine ırkçıların adamı aşırı sağcı Reşat Şemsettin Sirer’i getirecekti.
Hasan Ali Yücel'in bakanlıktan uzaklaştırılmasının ardından köy enstitülerinin kurucusu olan İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç da görevden uzaklaştırılacaktı.
Atatürk Lisesi'nin ortaokul üçüncü sınıfındayken bir gün resim dersine her zamanki bayan öğretmenin yerine saçları ağarmış, bakışları hüzünle karışık sevgi dolu yaşlıca bir öğretmen girmiş, kendisini İsmail Hakkı Tonguç olarak tanıtmıştı.
Ertesi gün, ırkçı bir büyük bürokratın oğlu bombayı patlatmıştı: "Bizim yeni resim öğretmeni kimmiş biliyor musunuz? Köy enstitülerini kuran adam… Komünistlik yüzünden genel müdürlükten atılmış, bu yaşta buraya resim öğretmeni olarak sürgün edilmiş…"
Sınıf arkadaşlarımın çoğu için “köy enstitüleri” belki aile içi politik tartışmalarda komünistliğin sembollerinden biri olarak anılmıştı, ama benim için geçmişimin bir dönemine damgasını vuran bir gerçeklikti.
"Hayır" dedim, "Ben köy enstitülerini biliyorum. Bu öğretmen onların kurucusuysa büyük bir insan olmalı."
KÖY ENSTİTÜLERİNİN ÇOCUKLUK VE GENÇLİĞİMDEKİ YERİ
Gerçi köylerde geçen ilkokul döneminde köy enstitülü öğretmenim olmamıştı ama belleğime nakşolmuş hiç unutamayacağım bir anım vardı.
Kayseri'nin eski Ermeni köylerinden Muncusun'da ilkokulu okurken bir gün başöğretmenimiz bizleri okul bahçesinde toplayıp birlikte getirdiği kara üniformalı beş gençle tanıştırmıştı.
"Çocuklar, bugün benim öğretmenlik yaşamımın en mutlu günü" demişti… "Çünkü biz eski öğretmenleriniz, gelecek ders yılından itibaren görevlerimizi bu yanımdaki gençlere devrediyoruz. Onlar, köylere eğitim götürmek için kurulan köy enstitülerinin ilk mezunları. Dahası, hepsi bu köyden ve çevre köylerinden çıkmış köylü çocukları. Yani onlar da sizlerden… Bundan sonra sizleri onlar eğitecek, sadece okuma yazma, hesap değil, aynı zamanda köyünüzü nasıl geliştirebileceğinizi gösterecek, sizleri bunun için gerekli mesleklere yönlendirecekler. Onlara sizlerin de yardımcı olmanızı bekliyorum."
Sonra kara üniformalı bu kavruk köylü çocukları birer birer kendilerini tanıtmış, ardından da hepimizi yanlarına katarak bizi doğaya, dağ yamaçlarına çıkartmışlardı. Tabiattaki her bitkinin, her ağacın adını söyleyip, özelliklerini, yararlarını anlatarak bizleri hayretten hayrete düşürmüş, kendilerine hayran bırakmışlardı.
Dönüşümüz ise daha da heyecan vericiydi… Hep birlikte o zamana dek hiç duymadığımız ezgileri birlikte söyleyerek coşkulu bir düğün alayı gibi girmiştik köye.
Ders yılı sonunda Muncusun’dan ayrılarak Konya'da bir başka ilkokula devam etmek zorunda olduğum için bu ilk köy enstitüsü mezunlarından ders almam mümkün olmadı. Ama bu kısa anım, daha sonra gazetecilik yaşamımda ve sosyo-politik mücadelelerimde köy enstitülülerle hep dayanışma içinde olmamda büyük rol oynayacaktı.
Bu nedenledir ki, ortaokulda resim öğretmenim olan İsmail Hakkı Tonguç’un derslerinin boykot edilmesine büyük bir kararlılıkla karşı çıkmıştım.
Kaldı ki, Tonguç bir dahaki dersine geldiğinde, yüzündeki o saygı uyandıran hüzünlü ifadesiyle, kişiliğimizi öne çıkartan, yaratıcılığa teşvik eden konuşmalarıyla sınıfa derhal hakim olacak, en azılı anti-komünist adaylarından dahi bir daha onun aleyhinde tek kelime duymayacaktık.
Dahası, yıllarca sonra bu müstesna insanın oğlu Engin Tonguç dostum gazeteci Mustafa Ekmekçi aracılığıyla benimle ilişki kuracak, yazmış olduğu "Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç" adlı hacimli kitabını büyük bir onurla Ant kitabı olarak yayımlayacaktık.
CAN YÜCEL'LE 50'Lİ YILLARDA TANIŞMAMIZ VE SONRASI
Benden 10 yıl önce, 21 Ağustos 1926'da doğmuş olan, Atatürk Lisesi'nden de yıllarca önce mezun olmuş bulunan Can Yücel ile Ankara’da hiç karşılaşmadık, ama yıllar sonra İzmir’de kendisiyle tanışacak, dost olacaktım.
50'li yılların başlarında, çalışmakta olduğum İzmir’in tek muhalif gazetesi Sabah Postası’nda genellikle siyasi haberlerin redaksiyonundan sorumluydum. Siyasal haberlerden bunaldığım bir gündü. Aynı zamanda yüksek iktisat öğrenimi görmekte olduğum okulda Attila İlhan ile Can Yücel’in adlarının da anons edildiği bir edebiyat günü düzenlenmişti. İzlemekle beni görevlendirdiler. Ömrümde ilk ve de son kez bir edebiyat eleştirmeni olarak ön sıralardan birine yerleştim.
Attila İlhan kitaplarından seçmeler okuyarak herkesi büyülemişti ki, salonun giriş kapısında büyük bir gürültü koptu. O iftihar listesinin tepesinde resmini gördüğüm kepçe kulaklı delikanlıyla ilgisi olmayan birisi elinde içki şişesiyle yalpalayarak içeri girdi. Herkes şaşkınlık içerisindeydi. Can kürsüye çıktı ve görünüşüne hiç uymayan bir ciddiyetle çevirilerinden ve kendi yazdıklarından bir şeyler okudu. Ve yoğun alkışlar arasında yine yalpalayarak kürsüden indi, öndeki bir sıraya yerleşti.
Eleştiri olarak neler yazdığımı tam anımsamıyorum. Ancak birkaç gün sonra karşılaştığımda Attila İlhan da, Can Yücel de eleştiriden son derece memnundu ve İzmir’in iyi bir sanat eleştirmeni kazandığını söylüyorlardı.
Daha sonraki yıllarda Attila İlhan, İzmir’de muhalefete geçen Demokrat İzmir gazetesinde çalışmaya başlayınca, ikimiz de Karşıyaka’da oturduğumuz için gece gazeteleri bağladıktan sonra vapurla körfezi geçerken uzun uzun söyleşirdik. Aramızdaki yaş farkına ragmen mecburi askerlik hizmetini aynı dönemde yaptık, 1957 senesinde yedek subaylık eğitimi için Mamak Muhabere Okulu’nda altı ay hep birlikte olduk.
CAN YÜCEL'LE TİP'TE VE ANT'TA ORTAK MÜCADELEMİZ
Can Yücel’le tekrar karşılaşmam ise Türkiye İşçi Partisi’nin örgütlenmeye başladığı yıllara rastlıyor. 1965 seçimlerinde ben genel yayın yönetmeni olduğum Akşam gazetesinde Türkiye İşçi Partisi’ni desteklerken Can’ın partiyi tanıtmak için radyoda yaptığı konuşma gerçekten bir ajitasyon şaheseriydi.
1967 yılında Ant dergisini yayınlamaya başladığımızda Can Yücel de, Yaşar Kemal, Fethi Naci, Çetin Altan, Aziz Nesin, Refik Erduran, Mehmed Kemal, Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Abidin Dino, Onat Kutlar, Kemal Sülker, İdris Küçükömer, Hüseyin Baş, Selahattin Hilav, Kerim Sadi, Oğuz Aral, Tan Oral, Yalçın Çetin, Mim Uykusuz, Tonguç Yaşar ve daha bir çok sol yazar ve çizerle birlikte devamlı kadromuzda yer aldı. Haklarında yüzlerce yıllık hapis talebiyle dava açılan Ant yöneticileri ve yazarları arasında Can Yücel de vardı, iki ayrı yazısından dolayı Türk Ceza Kanunu'nun 159 ve 312 maddeleri uyarınca yargılanıyordu.
Can’ı yakından tanımış olanlar bilir, kendisiyle işbirliği hem son derece keyifli hem de o kadar sorunluydu.
Ant'ı normal olarak cumartesi gecesi baskıya sokuyorduk. Mürettiphane ve matbaa kendimize ait olmadığı için anlaşmada belirlenen takvime saati saatine uymak zorundaydık, yoksa derginin çıkmaması tehlikesi vardı. Cumartesi günü son olarak ben haftalık yorumu yazıyordum ve dergi öğle üzeri bağlanıyordu. O andan itibaren dünya yıkılsa dergiye bir şey koymanın olasılığı yoktu.
Normal olarak fıkrasını hafta içinde getirmiş olması gerekirken, Can bazen ortalıkta görünmez, onun köşesine bir başka yazı koyardık.
Bunu çok iyi bildiği halde Can bazı cumartesi günleri öğleden sonra elinde fıkrasıyla benim büroyu basar, dergiye koymam için kıyameti koparırdı: “Bak Doğan, bu fıkra çok önemli, mutlaka yayınlanmalı. Sen istersen yaptırırsın. Yoksa kapının önüne yatar, bir daha da kalkmam…”
Kendisini öylesine severdik ki, İnci de binbir bahane öne sürerek mürettiphaneyi ikna eder, Can'ın yazısının yayınlanmasını sağlardı.
Can, Ant’a sadece yazılarıyla değil, aynı zamanda çevirileriyle de büyük katkıda bulundu. 1968'de yayımladığımız, ABD’deki siyah başkaldırının ilk liderlerinden Stokley Carmichael'ın Siyah İktidar adlı kitabını da Can Yücel çevirmişti.
CAN YÜCEL... COMMANDANTE CHE GUEVARA... DENİZ GEZMİŞ...
Siyah İktidar’ı yayına hazırlarken yazar dostumuz Hüseyin Baş, Paris'e yaptığı bir seyahatten dönüşünde birçok kitapla birlikte Che üzerine İspanyolca iki parça içeren 45'lik bir plak getirmişti. Plağın bir tarafında ünlü gerillacıya övgü dolu bir ağıt vardı: Hasta Siempre Comandante.
O plağı Can’la Kazancı Yokuşu’ndaki evimizde bir gece sabaha kadar birlikte dinlemiştik. Türkçeye ilk çevirisini de Can yapmıştı.
O günlerde sol hareketi parçalamaya, egemen sınıfların tuzağına düşürmeye yönelik komplolar da birbirini izliyordu. Bunun en dikkati çekici örneği, 7 Aralık 1969 günü İstanbul TÖS salonunda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi asistanlarından Mahir Kaynak'ın düzenlediği "İşçiden-köylüden yana halkçılık kurultayı" girişimiydi.
Üniversite çevrelerinde Kaynak'ın karanlık ilişkileri üzerine çeşitli söylentiler dolaştığından biz Ant olarak bu kurultaya katılmayı reddettik. Toplantı bizim yokluğumuzda Cemal Madanoğlu, Hikmet Kıvılcımlı, Aziz Nesin, Can Yücel, Bülent Tanör, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Orhan Müstecaplıoğlu, Asım Bezirci gibi solun tanınmış şahsiyetlerinin katılımıyla yapıldı.
İzleyenlerin anlattığına göre, toplantı daha çok Türkiye solunun darbecilerin değirmenine su taşımasını sağlamayı amaçlıyordu. Tertip kısa zamanda o denli sırıtmıştı ki, Can Yücel "Biz buraya asgari müşterekleri konuşmaya geldik, askeri müşterekleri değil" diyerek tepkisini ortaya koymuştu.
Toplantı tam bir fiyaskoyla sonuçlanmış, ancak bunun MİT'in Mahir Kaynak eliyle organize ettiği bir komplo olduğu, 12 Mart darbesinden sonra Cemal Madanoğlu'nun da sanık olarak yargılandığı duruşmalar sırasında ortaya çıkacaktı.
Can Yücel, 12 Mart 1971 darbesinden sonra döneminde Che Guevara ve Mao'dan yaptığı çeviriler nedeniyle 15 yıl hapse mahkum oldu, 1974'te çıkarılan Af Yasası'yla özgürlüğüne kavuştu.
Can'ın çevirdiği Stokley Carmichael'ın Siyah İktidar kitabının 1968 yılında Ant Yayınları tarafından yayımlanması gibi, hapisteyken Türkçeleştirdiği Portekiz sömürgeciliğine karşı Afrikalıların direnişini anlatan Peter Weiss'ın Saloz'un Mavalı adlı kitabı da 1973 yılında kardeşim Çiğdem Özgüden'in kurmuş olduğu Yöntem Yayınları tarafından yayımlandı.
Can'ı kaybetmemizden 24 yıl sonra onun adını sanatçı-yazar dostumuz Ali Cabbar, Deniz Gezmiş'in yaşamı, kavgası ve döneminin tarihsel gerçekleri üzerine gerçekleştirdiği, Can'ın Mare Nostrum adlı şiirinden de esinlenerek Aşk Olsun Çocuk diye adlandırdığı 208 sayfalık ansiklopedik fotoromanla devrimler tarihine asla silinmeyecek şekilde kaydetti.
İnci de, ben de, can dostumuz Can'ı o şiiriyle anıyoruz:
En uzun koşuysa elbet Türkiyede de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Doğan Özgüden kimdir?
1952’den itibaren İzmir’de Ege Güneşi, Sabah Postası, Milliyet, Öncü gazetelerinde çalıştı, 60’larda İstanbul’da Gece Postası ve Akşam Gazetesi genel yayın yönetmenliği yaptı. 1967’den itibaren eşi İnci Tuğsavul, Yaşar Kemal ve Fethi Naci ile birlikte sosyalist Ant Dergisi’ni yayınladı. Gazeteciler Sendikası, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Şeref Divanı ve Türkiye İşçi Partisi yönetimlerinde bulundu. 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılarak yurt dışında Demokratik Direniş Örgütü, İnfo-Türk Haber Ajansı ve Güneş Atölyeleri, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Demokrasi İçin Birlik örgütü kurucuları arasında yer aldı. Evren Cuntası tarafından 1982’de eşiyle birlikte Türk vatandaşlığından çıkartıldı. 12 Mart rejimine karşı Direniş Belgeleri, 12 Eylül rejimine karşı Kara Kitap adlı İngilizce, Türkiye’deki ve sürgündeki yaşamını ve mücadelelerini anlatan iki ciltlik “Vatansız” Gazeteci ve yedi ciltlik Sürgün Yazıları adlı Türkçe ve Fransızca kitapları bulunuyor. Kurulduğu tarihten beri Artı Gerçek'e yazıyor. (https://www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm)