algı ve ötesi…

böyle bir salgına karşı dayanışma zaten çok yetersiz ama bütün bu yaşadıklarımız karşısında dayanışma, bir şelalenin akışını kartonla durdurmaya çalışmaya benziyor.

türkiye’de sözün de modası var. mesela "etik" birden bire hayatımızda girmişti bugün sokağa çıkması serbest olanlar arasında dahi, bu kelimenin altın çağını hatırlayanlar vardır. mesela bir futbol programı; kahveye koysan emanet durmayacak bir muhabbet dönüyor. "etik" öncesi zamanlarda "bu yapılan şerefsizliktir" diyecek bir adam, "hiç etik bulmuyorum" diyor…

yakın dönemde zirveyi "algı" ve "algı operasyonu" yaptı. herhangi bir konuda sunulan her kanıt algı operasyonu olarak damgalanabiliyordu. son günlerin anahtar terimi de süreci yönetmek.

iktidar gerçekten süreci yönetiyor, hem de çok iyi. korona salgınına rağmen, kendi gündeminden hiçbir sapma yok.

korona’ya karşı alınacak tedbirler çerçevesinde, erkek şiddetine karşı kadınların en önemli yasal güvencelerinden biri olan 6284 sayılı yasanın uygulanmasına sınır getirildi. adamın kalacak evi yoksa, evdekilere dayak attığı için uzak durması yönünde mahkeme kararı çıkan evde kalabilecek mesela. virüs kapıp ölsün mü? dayağa devam etsin onun yerine, arada cinayet de işleyebilir, kader bu.

bir başka örnek, cezaevleri. sadece siyasileri içeride tutmayı hedefleyen infaz değişikliği tasarısından söz etmiyorum. o hiç olmazsa bir biçimde gündem oldu. artı gerçek’ten isa uğur erdoğan’ın çok dikkat çekmeyen haberine göre, cumhurbaşkanı tarafından imzalanıp yürürlüğe konulan bir yönetmelikle, cezaevlerinde açlık grevi ve ölüm orucu yapanlara zorla müdahale mümkün hale geldi. buna göre, bu müdahale cezaevi doktorunun tavsiyesi ve yönetimi altında yapılacak ancak doktorun zamanında müdahale edememesi veya gecikmesi halinde bu şart aranmayacak. yani infaz memurları, güvenlik güçleri zorla müdahale işlemini yapabilecek!

kanal istanbul projesinin etki alanında kalan iki tarihi köprünün, başakşehir’deki odabaşı ve arnavutköy’deki dursunköy köprülerinin taşınması için birkaç gün önce ihale yapıldı.

kayyum atamaları başta olmak üzere hdp’ye ve tüm muhaliflere yönelik baskılar sürüyor. yani temel politikalarda bir değişiklik yok, icraat sürüyor.

ama işin bir de algı kısmı var; buna verilebilecek en önemli örnek ihaleye tepkiler sonucu ulaştırma bakanı değişmesi.

millete sesleniş konuşmasından, bağış, iban, çok ilgi gördüğü için sık sık tekrarlandığı düşünülen "şahsım"ları çıkarttığımızda kalanlara bir bakalım.

bunların içinde en öne çıkan nokta bence üretimin durmayacak olması. sebebi açıkça belirtilmiş: temel ihtiyaç maddelerinin arzında sürekliliği sağlamak ve ihracatı desteklemek. aynı konuşmadaki, "gıda konusunda da herhangi bir sıkıntımız yok. ülkemiz, tüm temel gıda maddelerini kendisi ürettiği için, hem stoklarımız hem de tedarik zincirlerimizin işleyişi, ihtiyacımızı karşılayacak düzeydedir" sözlerinden yeterli gıda stokunun da bulunduğunu anlıyoruz. (türkiye temel gıda maddelerini kendisi üretiyorsa marketteki mercimeğin üzerinde neden kanada yazıyor sorusunu başka bir zamana bırakıyoruz.) gıda dışında, üretiminin durmaması gereken temel ihtiyaç maddeleri temizlik ve sağlık ekipmanı vb. olabilir. ama örneğin evrensel gazetesine bir mektup yazarak 500 fabrikada onbinlerce emekçinin her gün işe gittiğini hatırlatan çiğlili işçilerin çalıştığı organize sanayi bölgesi’nde bu hayati ürünlerden hangisi üretiliyor? "ihracat… " diyeceksiniz, pandemi sırasında ihracatın sürmesi insanların canlarından daha mı önemli sorusu bir yana, inşaatlar neden durmuyor? evet, konut kredilerinde peşinatın indirilmesiyle birlikte düşünelim.

gerekirse, şehiriçi ulaşımda da sınırlamalara gidilebileceği müjdesi, çalışmak zorunda olanların hayatını daha da zorlaştırmaktan, daha iç içe yolculuk yapmalarına sebep olmaktan başka bir sonuç verir mi?

kobi’lere, esnafa, kurumsal ve ticari firmalara destek ve kolaylık sağlanıyor ama emekçiler canları pahasına çalışmaya devam edecek. personel maaşlarını kamu bankalarından ödeyen firmalara, istihdamı azaltmamaları şartıyla, önümüzdeki 3 aylık personel gideri kadar ilave likit sağlanması yani ücret ödemek için kamu bankalarına borçlanabilme imkânı, çalışanlarına ücretli izin vermek isteyen şirketler açısından bir avantaj ama acaba kaç şirket kullanacak bunu?

ve bu kadar işsiz, kirasını ve faturalarını nasıl ödeyecek?

gelelim yine işin algı kısmına. bir devlet zor durumlarda bağış kampanyası açabilir ama her şeyden önce bağışların gönüllü olması gerekir oysa bazı kamu kurumlarında çalışanların maaşlarından bağış olarak kesinti yapılacağı haberleri geliyor! ikinci nokta önemli olan bu paranın kim tarafından, nasıl kullanılacağı. bu konu açıkça belirtiliyor: "her ilimizde ve ilçemizde bulunan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarımız aracılığıyla ihtiyaç sahibi vatandaşlarımızı belirleyip, bu yardımları kendilerine sunacağız." sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenler şu linke bakabilir. ben anlatılanlarda son derece taraflı yardım ve dayanışma yürütülmesinin bütün imkânlarını gördüm. peki, bir kurum, devlet ve kurumlarıyla iç içe çalışırken neden stk formunda kalmayı tercih eder? bunun bir sebebi sadece sivil kurumlara verilen uluslararası hibeleri alabilmek olabilir. bu taktiğe farklı kurumların 1990’lı yıllardan beri başvurduğunu biliyoruz. tek sebep bu mu? bilemiyorum. ama olur da iktidar el değiştirirse kurumun varlığını korumaya da yarayabileceğini düşünüyorum.

bu noktada şunu hatırlatmak istiyorum sevgili okurlar, elimizdeki tek araç dayanışma değil. böyle bir salgına karşı dayanışma zaten çok yetersiz ama bütün bu yaşadıklarımız karşısında dayanışma, bir şelalenin akışını kartonla durdurmaya çalışmaya benziyor. kaldı ki, dayanışma, bir topluluğun, kelimenin dinsel olmayan anlamıyla bir cemaatin (ingilizce ifade edersem community) içinde anlamlı. eğer ülkede olup biteni değiştirmek istiyorsak elimizdeki araç mücadele. umarım birileri bir yerlerde bunun üzerine düşünüyordur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi