Aysuda Kölemen
Amerikan sarkacı
Yıllar önce farklı ülkelerin parti programlarının eşitsizlik üzerine yazdıklarını tarıyordum. Amerikan partilerinin birinin seçim programında eşitlik ve eşitsizlik kelimesi bir kez bile geçmiyordu. Solcu tabir edilen Demokrat Parti’nin programında ise şöyle bir görünüp kayboluyordu. Oysa İsveç partilerinin programlarında her paragrafta eşitlikten ve eşitsizlikten bahsediliyordu. Pratik, dile yansımıştı ya da dil pratiği yönlendirmişti, muhtemelen ikisi birden. Amerika’da eşitliğin fikriyle beraber, zikri de yok olmuştu. Nitekim insanlara eşitlik kelimesini kullanmadığım sürece, bana eşitlikten bahsetmediler. Özgürlükten ve başka güzel şeylerden bahsettiler. Yoksulluktan ve zenginlikten bahsettiler. Fırsatlardan bahsettiler ve haksızlıktan. Ama eşitlik kayıp bir kelimeydi. İsveç’te ise mülakat yaptıklarım -solcusundan sağcısına, gencinden yaşlısına- konuyu dönüp dolaşıp eşitliğe ve eşitsizliğe getiriyordu. Fazla eşitiz diye canı sıkılanlar da yeterince eşit değiliz diyenler de habire eşitlikten bahsediyor ve eşitliği tanımlıyor, didikliyor, eşitlik nedir, ne değildir diye tartışıyorlardı.
Kavramların da hayatı vardır. Amerika’da eşitlik kelimesi ölüydü sanki. Geçmiş zaman kullanıyorum, ölü değil, ölüydü. Henüz 2008 krizinde büyüyen gençler, sistemin eşitsizliklerinden örülü duvara çarpmamıştı. Çok uzun bir süredir gençlik isyanlarını düzene karşı çeviren bir nesil yetişmemişti. Sosyalizm kirli bir kelimeydi ve sosyalist yayınlar kıyıda köşede unutulmuşken, bir iki inatçı sosyalist siyasetçinin ismini kimse bilmiyordu. Bir on yıl bitmek üzereyken, 2010’larda bu değişti. Neoliberalizmin doğduğu topraklarda, neoliberalizm bir neslin geleceğini çalmıştı. Fırsat eşitliği, kapitalizmin zenginlik doğuracağı, zenginlerin zenginleşmesinin fakirlere de yarayacağı masallarıyla uyutulmuş Amerikan orta ve alt sınıfı -bir uyanış demek zor, uyanış bir dinçlik çağrıştırıyor- narkozlu bir uykudan yeni kaldırılmış birinin sersemliğini yaşıyordu. Ve 2010’larda eşitlik konusunda ilk kez yeni bir bulgu çıkmaya başladı. Amerikan halkı anketlerde on yıllardır ilk kez zenginlere olumsuz bakmaya başlamıştı. Gençler, asıl gençler...
Yavaş yavaş bir şeyler olmaya başladı. Sosyalizme yakın yayınlar popülerleşirken, kendine sosyalist diyen siyasetçiler bir iki milletvekilliği seçimi kazanmaya başladı. Anketler gençlerin sosyalizm kelimesini de kapitalizmden daha olumlu bulduğunu göstermeye başladı. Çok tuhaf, daha 10 sene önce çok beklenmedikti bunlar. Sosyalizm deyince, Avrupa’da ya da tarihi anlamda anladığımız bir sosyalizm değildi bu. Amerikalıların sosyalizm dediği şey sağlık ve eğitim hizmetlerinin tüm vatandaşlara sağlanması, kapitalizmin aşırılıklarının törpülenmesi, askeri harcamanın azalması kadar temel şeyleri içeriyordu. Çoğu Avrupa ülkesinde zaten olan şeyleri yani. Cumhuriyetçiler her hak talebine "bu sosyalizm" diye saldırdıkça, gençler "e o zaman sosyalizm o kadar da kötü bir şey değil" demeye başlamıştı. Tüm halkı kapsayan bir sağlık sigortası sistemi, çevreci bir ekonomi, parasız üniversite… Çünkü borç yiğidin kamçısıdır diyen kapitalizm, gençleri ömür boyu içinde debelenecekleri bir borç batağına sürüklemişti. Üniversite eğitimi çok pahalıydı, sağlık sigortası işle geliyor ama işler de gittikçe güvencesizleşiyordu. Gençlerin bir kısmı eskiden olduğu gibi yirmili yaşlarda kendi başlarına bir yaşam kurmak yerine, aile evine dönmeye başlamışlardı bu güvencesizlikten. Ekonomi toparlandı, ekonomi tıkırında, zenginleşiyoruz, diyorlardı ama gençler bunu kendi hayatlarında göremiyordu. Bir Amerikan rüyası sözü verilmişti onlara, doğuştan hak ettiklerine inandıkları refahın sözü ama o söz çoktan bozulmuştu. Zenginlerin zenginleşmesinin orta sınıflara yaramadığını, tam tersine güvencesizleştirdiğini fark etmişlerdi. Öfkelilerdi. Düzeni değiştirmek istiyorlardı.
Öfke yalnızca gençlere has değildi elbet ama orta yaşlı ve üstü gruplar öfkelerini azınlıklara, göçmenlere, "Amerikan" görmedikleri unsurlara yöneltirken -ki bu şaşırtıcı değil, her ülkede ekonomik kriz dönemlerinde azınlık karşıtı tutumlar yükselir- gençlerin bir kesimi doğrudan sistemle hesaplaşmaya girişti. Sanki yıllarca yedek tribünlerde beklemiş gibi her yaştan solcu siyasetçiler, entelektüeller çıktı ortaya ve "eşitsizlik!" demeye başladılar. Mezarı kazılıp da çıkarılmış bir sözcük gibi kullanıma girmeye başladı tekrar eşitsizlik. Yavaş yavaş. Geçen sene on genç seçmenden yedisi Demokrat Parti’ye oy verdi ara seçimlerde. Ve bu sene 60 senedir ilk kez en zenginler, en fakirlerden daha az vergi vermeye başladı Amerika’da. Sistemle hesaplaşanlar düşman olarak hedefe dolar milyarderlerini oturttular. Vergi vermeye ödü kopanları.
Demokrat Parti başkanlık aday adayları çok temel bir noktadan ikiye ayrılıyor şu anda: Sistemle barışık, neoliberal düzenin yaralarını sarıp devam ettirmek isteyen Clinton-Obama geleneğinin "ılımlıları" ve milyarderleri, finansçıları, teknoloji devlerini halka düşman görüp, herkese sağlık, herkese eğitim, iş dünyasına regülasyon, zenginlere daha çok vergi diye haykıranlar. Akademisyenlerin on yıllardır yazdığı sosyal devlet sorunları, terimleri basında, sosyal medyada çokça konuşulan, bilinen şeyler oluverdi. Söylem değişti. Gençler İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğmuş ve Boomer denilen nesle atfen, "uzlaşmalıyız, aşırı uçlara kaçmayalım, ekonomik büyüme herkese yarar" gibi şeyler söyleyen "yaşlılara" "OK, Boomer" demeye başladılar. Yani "peki babalık" diyorlar dalga geçerek. "O söylemin devri geçti, dünyayı yiyip bitirdiniz ve bize bir şey bırakmadınız, çevreyi mahvettiniz, neslinizin yaptıklarına da söylediklerine de saygı duymuyoruz, öfkeliyiz, sizi dinlemeyeceğiz" hissiyatını özetleyen kısacık bir moda söz.
Uzlaşmaya niyeti olmayanlar çoğaldı. Daha on yıl önce radikal kabul edilen söylemlerin şimdi üniversite kampüslerinde son derece sıradan şeyler gibi konuşulması yaygınlaştı. Bir öğrencim Amerikan Demokratik Sosyalistleri’nden DSA diyerek bahsederken, masada oturan bir hoca, kısaltmanın ne anlama geldiğini sordu. Ben bilmeyişine şaşırmadım, çünkü asıl diğer öğrencilerin bilmesine şaşırmıştım. Ama öğrenci bir an duraksadı, bunu bilmeyişine şaşırdı. Nesiller arası farkı gördüm o soru ve yarattığı şaşkınlıkta. Tuhaf bir şey, bir sarkacın bir o yandan bir bu yana yavaşça salınmasını seyretmek. Bir yandan çok yavaş, bir yandan beklenmedik derecede hızlı.
Artık mesele Trump’ın bir ya da beş sene sonra gidip gitmemesi değil. Ondan sonra gelecek kişinin hangi taraftan olacağı. Kapitalizmi korumaya kararlı ılımlı neoliberal "sol" görevi devralıp, her şeyi Obama’nın bıraktığı yere döndürmeye mi çalışacak, yoksa mücadeleden, köklü değişimden, sistemi alt üst etmekten bahseden sosyalist, ilerici sol gelip, 1960’lardan -hatta belki 1930’lardan beri görülmemiş -ve kazanıp kazanmayacağı meçhul- bir kavgaya mı girecek sermayeyle. Şu anda bilmek mümkün değil. Ama herkes pozisyonunu almış bekliyor. Zenginler, şirketler Pete Buttigieg ve Joe Biden gibi Amerikan siyasetinin merkezine (Avrupa’nın sağına) konuşlanmış adayların tarafında saf tutup, Bernie Şanders ve Elizabeth Warren gibi eşitsizlikle mücadele etmeye kararlı olduğunu söyleyen adaylara cephe alıyorlar. (Evet, ilginçtir gençlerin ve solcuların rağbet ettiği iki aday da oldukça yaşlı.) Ama kim gelirse gelsin başa, bu eşitsizlik seviyesi, bu çevre felaketi, Trump’ın yarattığı bu korkunç gerginlik ortamında hiçbir şey eskiye dönemez. Kim gelirse gelsin, kapısının önünde bir kavga bulacak.
Daha önemlisi ve tüm bunları anlatmamın nedeni şu. Amerika’da neler olacağı, sadece Amerika’nın geleceğini değiştirmeyecek. Nasıl ki Reagan neoliberalizm bombasını kucağımıza bıraktığında patlamayla hep beraber savrulduk, daha doğrusu biz onlardan daha çok savrulduk "küçük Amerika" olarak, sarkaç ters yöne giderse de sonuçları bizi etkileyecek. Hepimizi. Amerika’daki sağlık sisteminin kamulaştırılması (ya da bu haliyle bırakılması), Türkiye’deki sağlık sistemini de etkileyecek. Amerika’nın sosyal devletinin genişletilmesi, zenginlerinin sırtına eyer vurulması, eşitsizliğin birazcık olsun dengelenmesi, kapitalizme gem vurulması, tıpkı 1930’larda olduğu gibi tüm dünyada dalga dalga etki yaratacak. Bunların olmaması da etkileyecek bizi.
Bu yüzden bu kavgadan kimse yarasız çıkamaz, çünkü kaybedecek çok şeyi olanlar çok güçlü. Kazanacak çok şeyi olanlar da çok fazla. Bu kavga olacak. Bu kavga sadece Amerika’da değil, aynı anda pek çok ülkede, aynı nedenlerle ama farklı şekillerde, çok daha da sert olarak yaşanıyor ve yaşanacak. Amerika’da bir devrim değil, ufak ya da büyük bir salınım olurken, dünyanın geri kalan kısmını kestirmek çok zor. Çok gerçek ve sonunda ne çıkacağını tahmin edemediğimiz bir kavga başladı, büyüyor ve solcuların görevi bu enerjiyi doğru yöne, yani savaştan, ırkçılıktan, eşitsizlikle mücadeleye yönlendirmek. Kelimeleri canlı tutmak, kullanıma sokmak ve meselenin kişilerden, gruplardan öte sistemsel olduğunu, her meselenin altında eşitsizlik olduğunu hatırlatarak, insanlara, toplumlara yaşadıkları huzursuzluğun, öfkenin nedenlerini ve çözümlerini anlatmak. Basitçe, tekrar tekrar, beyinlere kazımak. Thatcher ‘toplum diye bir şey yoktur’ demişti, her şeyin temelinde birey olduğunu vurgulamak için. Eşitsizlik altında ezilirken, birey diye bir şey kalabilirmiş gibi. Şartlar olgunlaştı, eşitlik ve toplum artık neoliberalizmin beşiğinde bile ağızlarda. Reagan’ı, Thatcher’i, neoliberal kapitalizmin tüm peygamberlerini mezarlarında ters döndürmenin zamanı geldi.