Ceren Gündoğan
Aşk, Mark ve Ölüm
Tam da müzik gibi, ekranda ilk kare belirdiğinde mevzusu da anında başlayan bir belgesel Aşk, Mark ve Ölüm. Cem Kaya’nın kadrajında, 1960’lardan başlamak üzere, Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin kısa tarihçesi ile oraya taşınan ve şekillenen müzik kültürü var.
Arşiv görüntüleri, didaktik üsluptan ayıran kurgusuyla, neşeli bir müzikal gibi izlediğim belgesel, yönetmenin Arabeks (2010), Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması’ndan (2014) sonraki üçüncü belgeseli. Aşk, Mark ve Ölüm, İstanbul ve Ayvalık Film Festivalleri gösterimi sonrasında şu anda sinemalarda, daha sonra MUBI’de seyirciyle buluşacak.
Türkiyeli göçmenlerin, üstenci ve küçük düşürücü bir biçimde yapılan sağlık taraması sonrası işgücü olarak geldikleri bir ülkede, ilk dalga göçü, yaşadıkları küçücük evleri, geride bıraktıkları sevdiklerine olan özlemi dokunaklıyken Türkiye’deki ailelerin “Almancı” bireylerden para beklentisine Âşık Metin Türköz’ün şarkısındaki gibi incecik edilen sitem muzip bir ifadeydi.
Uyum sürecindeki bir topluluğun biraz da kafalarına göre takılmalarıyla film, kendi akışında var olan bir kültürün insanlarının kendi müziklerini üretmelerinin de hikâyesi. “Kazara göçmen ülkesi” olan bir ülkede, ırkçılığa, çalışma ve yaşama koşullarının olumsuzluğuna rağmen, toplu grevler yoluyla haklarını almayı başarmış bir topluluğun yaşam inadının da hikâyesi, Aşk, Mark ve Ölüm.
Konuşmacaların ve arşiv görüntülerinin etkisiyle belgesel, seyirciyi nostaljik bir tren yolculuğuna çıkarıyor. Zaman yolculuğundayız. Gazino olmaya elverişli yüksek tavanıyla Türkischer Basar’da, “Berlin’in sanat güneşi” Hatay Engin’in şarkılarıyla eğleniyoruz, Şimdi Uzaklardasın’ı çok sevdiği Zeki Müren gibi içten söylemeye başladığında sessizleşiyoruz, bir gazino dolusu insan. Rakı içiyoruz, rakı “yakıyoruz”.
‘80’li yıllarda Almanya’da düğünlerdeyiz. Anne-babamız genç, biz çocuk, düğünler ihtişamlı. Biraz da dönemin ruhu ortak olduğu için olsa gerek, çocukluğumuz Almanya’da geçmese bile belgeseldeki görüntülerin içindeyiz, biz yaşamışız sanki.
Almanya’nın para birimi mark. Marklar, takılar havada uçuşuyor. “Çok havalı paraydı Deutsche Mark!” diyor belgeselde, müzisyenlerden biri. Derdiyoklar sahnede, kendilerine has müziklerini çalıp söylüyorlar. İçinden geldikleri kültürle içine girdikleri kültürün arasında bir köprü olduklarından bihaber, ortaklaşılan sıla kalbi duyguları müzik olup dile geliyor.
Türkischer Basar, artık içinden trenlerin geçtiği bir istasyon. Gazinolar kapandı, korunacak lokalize kültürlerin yerini global bir kültürel hayat aldı. Belgeselde tanıdığımız Hatay Engin ve Derdiyok Ali Ekber Aydoğan da belgesel gösterime girmeden bu dünyadan gittiler. Neyse ki müzikleri var.
Çocuklar ve torunlar içine doğdukları kültürü yaşarken, çağıran geçmişi duymazlıktan gelmiyor. Onu yeniden üretip ortaya çıkarıyor. Aşk, Mark ve Ölüm’le müzikal devam ediyor.