Azınlık hakları mı? Dahaaa… çok su kaldırır

Lozan’ı daha imzaladıkları anda uygulamaya niyetleri olmadığını, en iyi imzacılardan biri olan Dr. Rıza Nur’un anılarından okuyabilirsiniz.

"Hocam" tanımlamasını kullanmayı severiz. Aslında bunun sol kesimde kullanmasının mucidi ODTÜ’lülerdir. ODTÜ’lülere bu tanımlamayı sevdiren ise Sinan Cemgil’dir.

Böylece bu saygı tanımlaması Medrese/İdadi tarzı kullanımdan kurtarılmıştır.

Medrese/Üniversite/Seminer/Akademi mevzuuna bir başka yazıda girelim.

Bence "hocam" hitabını Türkiye Akademyasında hak eden bir kaç kişiden biri Mete Tunçay ise diğeri de Baskın Oran’dır. Her darbede üniversiteden uzaklaştırılmış, ama hukuk mücadelesi ile geriye dönmüşlerdir.

İkisinin de siyaset bilimi alanında üstad olması şaşırtıcı değil.

Bilim demek aynı zamanda tabu kırıcılık, araştırılmayanı araştırmak, gösterilmek istenmeyi göstermektir.

Ve gerçek bilim insanı olmak aynı zamanda tutkulu olmak, kendi alanına aşık olmak demektir.

Ah, Türkiye akademyası yine silindir gibi geçildi ve geçiliyor üstünden.

Şu andaki üniversitelerin durumu, İslamın gerileme ve çöküş döneminde Medreselerin halini andırıyor.

Sistematik biçimde bir cehalet merkezi haline getirilmek, fetva merkezi yapılmak isteniyor.

1453 yılında kurulduğuyla övünülen İstanbul Üniversitesi, kökü 19. Yy.dan gelen Robert Kolej geleneği üstünde yükselen Boğaziçi Üniversitesinden sonra boy hedefi haline getirilmenin ötesinde dağıtılmak, parçalanmak isteniyor.

Ah askeriye yatacak yerin yok senin. Tek parti döneminde bile görece özerk olan üniversitenin üstünden geçtin 12 Mart darbesinden sonra. 12 Eylül’de ise MGK’nın bir kolu olan YÖK’ü kurdurdun.

12 Mart sonrası Milliyetçi Cephe hükümetleri ODTÜ’den başlayarak üniversitelerin üzerinden geçmek, askeriyenin eksik bıraktığını tamamlamak istedi.

Ama müthiş bir direniş bunu engelledi. Öğrenci cinayetleri, 68 sonrası Demirel hükümetleri tarafından başlatılmıştı. Milliyetçi Cephe döneminde bu cinayetler ortaokul düzeyine indi.

Denizler asılmak istenirken, parlamentoda Demirel, "3'e 3" diye bağırıp, aklı sıra 28 Nisan’daki öğrenci direnişinin, Yeni İstanbul gazetesinin arka penceresinden kaçıçışın intikamını almak istiyordu. Şimdikiler ne komplekslerin, ne bilinç altlarının ürünü Allah bilir!

Yeni Milliyetçi Cephe ise kan davasını, nefreti ve aşağılık kompleksini kurumsal yapıların hala devam eden varlıklarını çökerterek devam ettirmek istiyor.

Şimdiki Milliyetçi Cephe askeriyenin 1402 Nolu kararnamesini aşmakla öğünebilir.

70 bin öğrenci hapiste, binlerce akademisyen mahkeme kapılarında, salt barışı savundukları için.

Mete Hoca, Türkiye solunun sisler altında kalmış tarihininin siyasal arkeolojini yapmış, Baskın Hoca, Türkiye diplomasisini ve en es geçilen azınlıklar mevzuunu deşmiş, tabuları kırmış, Korkut Hoca ise, cumhuriyetin ekonomisini tarihi ile bugünü ile sorgulamıştır. Fikret Hoca, resmi ideolojiyi teşrih masasına yatırmıştır. Beşikçi Hoca ise Kürt tabusuna ilk neşteri vurmuştur. Türkiye üniversitelerinde yer alması engellenen Taner Akçam, resmi tarihin Ermeni soykırımına ilişkin yalanlarını uzun yıllarlık sabırlı, yorucu bir akademik çalışma ile ve diğer gerçek akademisyenler, araştırmacılar.

İstenen, ters yönden "bir daha asla" diyerek, böylesi hocaların yükseleceği bir akademik ortam bırakmamaktır.

Bu ortamda, Baskın Oran’ın "Etnik ve Dinsel Azinliklar: Tarih, Teori, Hukuk, Türkiye" (Literatür Yayınları, 2018) adlı kitabının çıkışını çok önemsiyorum.

80’lerin başında, Baskın Oran, Yunanistan’daki Türk azınlığın durumu üzerine ilk akademik çalışmayı yapmıştı.

Aslında bütün ulus devletlerde olduğu gibi, Türk ve Yunan milliyetçiliği birbirinin kopyasıdır. Ama Yunanları kat be kat geçtiğimiz ortada. Batı Trakya’daki Türk azınlığı varlığını bugüne kadar sürdürürken, Türkiye’deki Rum azınlığın sayısının 2 binlere inmiş olması bunun göstergesidir.

Azınlıklara, ulus devlet, istemeden bazı şeyleri kabul etse bile bir "başağrısı" gözüyle bakmıştır.

Türkiye’nin övündüğü ve uluslararası meşruluğunu sağlayan Lozan Antlaşması'nın azınlık haklarına da böyle bakılmıştır.

Ulus devlet, emperyalizmin, büyük devletlerin "böl/yönet" taktiğinin bir parçası olmuştur. İşte "eski" Yugoslavya’nın hali pürmelali.

Büyük devletler, sözde "azınlık haklarını" savunurken, bir yandan da ulus devleti güçlendirmek adına karşılıklı nüfus mübadelelerini, "istikrar" adına meşru kabul etmişlerdir. Bu sadece Türkiye ve Yunanistan’ın değil, bütün orta, güney doğu, doğu Avrupa’nın öyküsüdür.

Kendi kaderini tayin hakkı da, büyük devletlerin çıkarlarına göre sahip çıkılmış, kimi halklar kendi kaderleri ile tek başına yalnız bırakılmışlardı.

Türkiye’nin en baştan itibaren meşruiyet temeli olan Lozan Antlaşmasını ihlal etmesi büyük devletlerin umurunda bile olmamıştır.

Nazi Almanyası'nın Yahudi halkına karşı uyguladığı "meslek yasağı"nı 10 küsür yıl önce, avukatlık mesleği, üniversite hocalığı düzeyinde gayrimüslimlere karşı uygulamaya başlayan Kemalist hükümettir.

Lozan, azınlık haklarını, bütün etnik ve dinsel gruplara tanırken, bunu sadece Rum/Yahudi/Ermeni toplumu içinmiş gibi yutturan, Alevileri, Süryanileri, Ezidileri, Kürtleri ve diğer azınlıkları yok sayan da tek parti rejimidir.

Bari kabul ettikleri 3 azınlık grubunun hayatını zindan etmeselerdi!

Lozan’ı daha imzaladıkları anda uygulamaya niyetleri olmadığını, en iyi imzacılardan biri olan Dr. Rıza Nur’un anılarından okuyabilirsiniz.

Halki/Heybeli adasında İsmet İnönü’nün şimdi müze olan yazlığı vardı. Yaşlılık döneminde evin önünden geçenlerin Rumca konuştuğunu duyunca, "bunlardan hala kaldı mı?" diye soran da kendisi idi.

AKP hükümeti henüz "acemi" olup, kaşarlanmadığı dönemde, Baskın Oran ve İbrahim Kabaoğlu’ndan azınlık haklarına ilişkin rapor istenmiş, kendilerini bu rapordan dolayı, mahkemede yargılanır bulmuşlardı. Resmi tarih ve resmi ideoloji, şimdiki İslam-Türk sentezi versiyonu ile bu hamur daha çok su kaldırır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi