Koray Düzgören
Barışa tekmenin bedeli: 3 bin ölüm
Barış Masası’nın devrilmesinin üzerinden iki yıl geçti.
İki yıl önce 24 Temmuz’da Erdoğan yönetimi, önce 28 Şubat Barış Deklarasyonu’nu reddetti. Arkasından da Kürt meselesinin barışçı yöntemlerle çözülmesi amacıyla kurulan masayı devirdi.
Onun yerine, devletin neredeyse 90 yıldır benimsediği savaş konseptine dönmeye karar verdi. Aslında devlet, bu konseptten başından beri hiç vazgeçmemiş, barış çalışmaları yapılırken bile durumu izleyip sabretmişti.
Uygun zaman, Erdoğan’ın iktidar kaygılarını ve geleceğini barışa değil, savaşa bağlama kararı verdiği tarihti. Ceylanpınar’da, iki polis cinayeti bahane edilerek Kandil’in havadan bombalanmasıyla bu kanlı süreç başlamıştı. (Kaldı ki daha sonra bu cinayeti PKK’nin işlemediğine dair yoğun belirtiler ortaya çıktı.)
İki yılın ardından bu kanlı tercihin neden olduğu ağır bilançolar yayınlanıyor.
İlk bilanço tabii insanla, insan yaşamıyla ilgili. Barış masasından, silahlı çözüm -aslında çözümsüzlük- yöntemine geçişin bedeli, iki yıl içinde en iyimser bir hesapla 3 bin kişinin yaşamını yitirmesi oldu.
Tabii bu 3 bin kişi, trafik kazalarında ölmedi.
Dolayısıyla bunlara cinayet demek daha doğru.
Yani; iki yılda 3 bin cinayet.
Bilançoların ayrıntılarına bakınca dehşet içinde kalıyorsunuz. Türkiye, iki yıl içinde kanlı bir savaşın tam içinde buldu kendisini.
Ülkenin bir bölümü, aylarca süren sokağa çıkma yasakları, abluka ve kuşatmalarla adeta işgal edildi. Kürt şehirleri, tank, top ve ağır silahların saldırısıyla yakıldı yıkıldı. Bodrumlarda, yaralıların sığındığı evlerde yüzlerce masum sivil katledildi.
Yüzbinlerce insan yaşadıkları evleri, mahalleleri, kent ve kasabaları terk edip göç etmek zorunda kaldı.
Cezaevleri tutuklu ve mahkûm tutsaklar ve rehinelerle doldu taştı. Ülke yarı açık bir cezaevi görünümüne büründü.
SAVAŞIN AĞIR TAHRİBATININ BİLANÇOSU
İki yıl önce Barış Masası’nın devrilmesi üzerine 24 Temmuz 2015’de başlayan savaşın ağır tahribatına ve ortaya çıkan bilançolara şöyle bir göz atalım.
Devletin açıklamalarıneredeyse tamamen psikolojik harp yöntemlerine uygun propaganda amaçlı afaki ve saptırılmış bilgilerden oluşuyor. Bu nedenle üç farklı kaynağın bilançolarına karşılaştırmalı bakmakta yarar var. Çünkü devletin verdiği bilgilere inanırsanız PKK’nin tamamen bittiğini zannedebilirsiniz.
PKK’nin HPG eliyle yaptığı açıklamalarda da bazı abartılı bilgiler olabileceğini göz önünde bulundurarak eksik olmakla birlikte Uluslararası Kriz Grubu’nun yayınladığı bilgileri esas alalım.
Veriler arasında bazı farklılıklar olsa da söz gelimi, yaşamını yitiren gerilla sayısı açısından Kriz Grubu’nun bilgileri ile HPG’nin bilgileri neredeyse çakışıyor.
Güvenlik güçlerinin kayıpları konusunda ise üç kaynağın bilgileri arasında büyük farklar bulunuyor.
Şimdi önemli verilere bakalım:
Kriz Grubu’nun açıklaması:
Yaşamını yitiren sivil-asker sayısı: 2981 kişi.
Yaşamını yitiren siviller: 408 + 219 toplamda 627 (219’u Kürt şehirlerindeki çatışmalarda öldürülen gençler, çocuklar)
Yaşamını yitiren gerilla: 1378
Yaşamını yitiren asker-polis vb.: 976
TSK’nın açıklaması:
Yaşamını yitiren gerilla + asker + polis vb. sayısı: 7561
Yaşamını yitiren gerilla: 7078
Yaşamını yitiren asker-polis vb.: 483
HPG’nin açıklaması:
Yaşamını yitiren gerilla + asker + polis + vb.: 7469
Yaşamını yitiren gerilla: 1116
Yaşamını yitiren asker + polis + vb.: 6353
TSK ile HPG’nin toplam ölümleri neredeyse eşit. Birinde öldürülen gerilla sayısı diğerinde ise öldürülen polis, asker vb. güvenlik güçleri mensubunun sayısı da yine birbirine yakın.
TSK ve HPG’nin sayılarında yaşamını yitiren siviller bulunmuyor. Ayrıca düşürüldüğü iddia edilen F-16, helikopterler, tahrip edilen tanklar, zırhlı araçlar vb. savaş kayıplarının listesi de oldukça kabarık.
Tablo çok ağır, şimdilik sadece Kriz Grubu’nun verilerine baksak bile 3 bin cinayetten söz edebiliriz.
İki yıl içinde en az 3 bin cinayet… Bu katliamın bir sorumlusu olması gerekmez mi?
BU İNSANLARIN KATİLLERİ KİM YA DA KİMLER?
Kim bu cinayetlerin sorumlusu?
Bu soruların sormaya bu ülkede yaşayan herkesin hakkı var.
Kim barışı tekmeledi ve cinayetlere yöneldi?
Polis, asker, gerilla, sivil fark etmez, bu insanların katilleri, elbet bir gün hesap vermek zorundalar.
Üstelik de bilanço, ölümlerle sınırlı değil. İnsan Hakları derneklerinin bilançoları da yayınlanınca daha ayrıntılı bilgiler gözler önüne sergilenecek.
Kürt kentlerinin, kasabalarının yakılıp yıkılarak Kürtlerin kitlesel göçe zorlanması ve adeta yeni bir Şark Islahat Planı’nın uygulanmaya başlanması sürecinin sonuçları henüz sayılara dökülmedi. Bu plana dayanarak, AKP yönetimi bölgede demografik yapıyı değiştirmek amaçlı tehlikeli adımlar atıyor.
Tabii, yakılan, yıkılan, yağmalanan kent ve kasabalarla ilgili verileri de bu bilançolara katmak gerekiyor. Bu veriler, katledilen sivillerin hikayeleriyle ve ayrıntılı belgelerle birlikte Birleşmiş Milletler’e, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ilgili birimlerine, uluslararası insan hakları kurumlarına iletilmiş bulunuyor.
Bunların ayrıntılarına daha sonraki yazılarımda değineceğim.
15 Temmuz Planlı Darbesi’nde yaşamını yitiren 250 kişi, bu rakamlaradahil edilmemiş. Aslında bu darbeyi savaş konseptinin bir devamı olarak görmek gerekir.
Çünkü, 15 Temmuz Planlı Darbesi bahanesiyle ilan edilen OHAL ve ona dayanılarak çıkarılan KHK’lerle (Kanun Hükmünde Kararname) ülkede tam bir faşist yönetim uygulaması başlatıldı.
160 bin gözaltı. 55 bin yeni tutuklu. İşinden atılan 150 bin kamu görevlisi. Üniversitelerden atılan 8 bin kadar öğretim üyesi ya da öğretim elemanı. Liste uzayıp gidiyor.
İki yılda bir ülkeye, bu ülkede yaşayanlara bu kadar büyük zararlar nasıl verilebilir?
SAVAŞ KONSEPTİNE DÖNÜLMESİNİ KİM İSTEDİ ?
En ağırından başlayalım sormaya…
Bu 3 bin cinayetin sorumlusu kim? Bu mutsuz insanlar ülkesi kimin eseri?
Aslında bu sorunun yanıtı yine bir sorunun arkasında saklı.
Barış Masası’nı kim devirdiyse, savaş konseptine geçip, Kürt meselesi başta olmak üzere ülkenin tüm meselelerinin silah zoruyla ve baskıyla çözülebileceğini zanneden kimse o, ya da onlar.
İyi ya da kötü bir barış masası varken ne ciddi anlamda çatışmalar oluyordu ne de cenazeler geliyordu. Aslında değişik itirazlar, provokasyonlar, engellemeler ve vazgeçme girişimleri olsa da barışa yönelik umutlar devam ediyordu.
İnsanlar genelde gündelik sorunları ile uğraşıyordu bugüne göre de düne göre de daha mutluydu. Sürece karşı olanlar bile Kürt meselesinin barışçı yöntemlerle çözülmesine sıcak bakmaya başlamışlardı. Düşmanlıklar, ayrımcılık nispeten azalmaya başlamıştı. Artık neredeyse herkes Türkiye’de darbeler döneminin bittiğine inanmaya başlamıştı.
Ama izin vermediler. Bu ülke insanlarının gerçek barışla tanışmasına, barışın getirdiği özgürlük ortamının yeşermesine ve demokrasinin yaygınlaşması ihtimaline geçit vermediler.
Üzerine bir de 15 Temmuz Planlı Darbesi gelince şu an soluk almakta bile zorlandığımız bu yaşamı bize dayattılar.
Ülkenin haline bakıp olanı biteni anlatmaya kalkmak gereksiz.
İlginç bir rastlantı sonucu, ilk tutuklamalardan 265 gün sonra, 24 Temmuz’da, savaş konseptine dönüldüğü gün başlayan Cumhuriyet Gazetesi Davası duruşmalarındaki savunmalara, açıklamalara bakmak yeter de artar bile.
Kanlı iki yılın ardından son söz şu olabilir:
Kürt meselesinde savaşa yönelmek darbeye neden oldu. Darbe sürecinden kurtulmanın yolu ise barışa yönelmekten geçiyor.