Bazı babalar sessiz ölür

Bize, sessiz sedasız ölen bu babaları yazmak kaldı; tabi bir de üstümüze yapışmış, hiç silemeyeceğimiz emekleri…

Babamı hiç yazamadım. Onunla yaşadıklarımı hep çok kişisel bir öyküymüş gibi düşündüm. Oysa çok eziyetimi çekmişti. Hatta hali vakti yerinde biriyken benim yüzümden fakirleşmişti.

Yoksullaşmasında payım olan babamla öykümün bir bölümünü aktarmak istiyorum…

İlk şunu belirteyim. Babam, 12 Eylül öncesinde iyi bir mesleği, dükkanı, evi, arabası olan, aynı işi yapan emsallerine göre çok iyi kazanan bir esnaftı, oto elektrik ustasıydı. Diyarbakır’ın şimdi yıkılan Sur ilçesinin Lalebey semtinde doğduktan kısa bir süre sonra beni Ergani ilçesine, aynı zamanda amcası da olan dedemlere gönderdi. Annemin uzun süren rahatsızlığı nedeniyle neredeyse ilkokula başlayıncaya kadar teyzem bana analık yaptı. Çocukluğumda anama ‘abla’, babama ‘abi’ derdim, bu nedenle.

Dedemin yanında Kürdçe büyüdüm. Ehmedê Xani’yi, Melayê Cizîrî’yi ilk ondan duydum. İlk yıllarımı geçirdiğim Ergani’den ilkokula başlamak için Diyarbakır’a, Bağlar’a döndüğümde başka bir gerçekle karşılaştım. Şehirli herkes, şehirde büyüyen kardeşlerim de dahil Türkçe konuşuyorlardı. O zamanlar saf çocukluk halimle köyde yaşayanlar Kürdçe, şehirde yaşayanlar Türkçe konuşur düşüncesi bende şekillenmişti. Durumu doğal karşıladığımı hatırlıyorum.

Ortaokulda artık Türk olmadığımızı, Kürdlere dilinin, kültürünün, kimliğinin yasaklandığını öğrenmeye başladım. Köşesinden bucağından devrimci hocalarımızla konuşur, onlara da sorardık. Daha ortaokuldayken Özgürlük Yolu dergisi ile tanışmıştım. Bu arada babamla da zaman zaman konuşuyordum. Bizimle konuşan, gelenekçi davranmayan, eşini, çocuklarını önemseyen, hatta onlara titreyen biriydi. Zihni açık bir insandı. Bendeki değişimleri de hissetmiş ve babalık güdüleriyle korumaya almıştı. Siyasete bulaşmamı hiç istemiyordu.

Bir gün kendisine sordum, Baba, biz Kürd değil miyiz? Sakin bir ses tonuyla "Yok oğlum, Kürd değiliz" dedi. Peki, Türk müyüz? diye sorunun devamını getirdim. Sert ve agresif bir ses tonuyla, "Haşa! Ne Türk’ü! O nereden çıktı? Türk değiliz" diye yanıtladı. Ya neyiz, baba? dedim. Yine sakin ve utangaç bir ses tonuyla, "Biz köylüyüz oğlum" cevabını verdi.

Beni adım adım takip ettirdiğini, arkadaş grubumla ilişkimi kesmem için her girişimi sürdürdüğünü biliyordum. Hiç bıkmadan, beni her sorguya çektiğinde kendisine hep yalan attım. Bu arada liseyi bitirmeme yakın epey bir sermaye yatırarak Diyarbakır Sanayi Sitesi’nde bana bir oto yedek parçacı dükkanı da açmıştı.

Hedefleri tutmadı. 12 Eylül oldu. Hatırı sayılır bir gözaltı süreci yaşadım. Akabinde kendimi askerde buldum. Diyarbakır’a geri dönünce üniversiteye devam ettim. Devrimci ruh bitmemişti, ancak o ruhu motive edecek potansiyelin eksikliği vardı, Onu da mumla arıyordum. Üniversitenin ilk yılında yeniden gözaltı ile karşı karşıya kaldım. Hala babamı siyasetle uğraşmadığıma ikna etmeye çabalıyordum. O da bana güveniyor, yalan attığımı hiç düşünemiyordu. Beni parçacı yapamamıştı ama öğretmen olacağıma kesin gözüyle bakıyordu.

O da olmadı, yolum kısa süren bir öğretmenlikten sonra yeniden aktif siyasetle ve nihayetinde gazetecilikle kesişti. Bu kez cezaevi ile tanıştım. İlk açık görüşümde, gözleri dolu dolu bana baktı. Dedikleri kelimesi kelimesine aynı olmasa da özetle şöyleydi: "Hatırlıyor musun, ‘Baba Kürd müyüz’ diye sormuştum. Kürdüz oğlum. Kürd oğlu Kürdüz. Ama dedelerimizin yaşadığını senin, kardeşlerinin, torunlarımın yaşamasını istemedim. Kürd olmanın cezaevi ve ölüm olduğunu biliyordum. Bunlar olmasın diye, yok oğlum, köylüyüz, dedim sana. Ama madem bugünlere geldik, bil oğlum, Kürdüz, Kürd oğlu Kürdüz."

Onca yıl sonra bunu "itiraf" eden babamın artık ne evi, ne arabası, ne dükkanı vardı. Yaşlandıkça, çocuklarını besleme kaygısını daha fazla yaşamaya başlamış, gücü ve enerjisi dükkanı yürütmeye yetmeyince işleri bozulmuş, her işi bozuldukça da bir şeyleri satarak yaşamayı tercih etmişti. Bel bağladığı evlatlarından biri siyaseti tercih edip ne parçacı, ne de öğretmen olamayınca, sattıkları da tükenince tek yol kalmıştı önünde; yoksulluk. Bu yoksulluktan olacak yaklaşık 3 yıl süren ilk kaçaklığım döneminde bir bakkal dükkanı açmış, yaşamının bir bölümünü içindeki tüm sermayesi bir öğretmenin aylık maaşı kadar olamayacak bir dükkanda, küçük bir mahalle bakkalında geçirmişti.

Kaçaklığımın bir bölümünü Güney Kürdistan’da, yaklaşık 1 yılını ise İstanbul’da geçirdim. Kaçaklığım kalkınca, gazetenin merkezinde açık kimliğimle çalışmaya başladım. Artık birer genç olan kardeşlerim de çalışmak için İstanbul’a gelip yerleşti. Babam da geldi, İstanbul’a.

Son nefesini vermeden öğretmenliğime de tanık oldu. Ama artık ne öğretmenliğime, ne de kardeşlerimin işi gücü olmasına sevinemiyordu. Tek vasiyeti vardı; "Sakın ha, kedilerinizin bile ölüsünü yaban ellerde bırakmayın. Kemiklerimiz topraklarımızda çürüsün ki kökümüzden, Kürtlüğümüzden kopmayalım" derdi.

Kürt olmanın eziyet ve işkencesini bildiğinden, bunu çocuklarının yaşamasını istememişti. Bu korkuyu aşmıştı ama bu kez gücünü yitirmişti. O, yenilgi döneminin, 1930’ların korku imparatorluğu döneminin nesliydi. 1970’lerin nesli o korkuyu ondan silip attı. Ancak o gücünü yitirdi.

Babamın, Allah uzun ömür versin annem üzerinde de epey payı var. Okulun kapısından bir tek gün bile içeri girmemiş anamı, babamı kaybettikten sonra 70’inde, uluslararası festivallerde ödüller alan Kürtçe bir filmde başrol oyuncusu yapan özgüveni, hiç kuşku yok anama kazandıran insan oydu.

Bu babayı kaybettik.

Bir tek onu mu?

Tüm bunları yazmamın bir nedeni çok iyi tanıdığım benzer bir babayı yakın zamanda kaybetmemizdir. 40 yıllık dostum, arkadaşım, yoldaşım Ferhat’ın geçtiğimiz yıl bize de analık yapan anasını, Mevlüde Abla’yı, geçtiğimiz hafta ise babasını, Ahmet Abi’yi kaybettik.

Çocukları politika ile uğraşmasa, kendisi bu gençlerin yürüttüğü devrimci mücadeleye inanmasa pekala çok rahat günler yaşayabilecek biriydi, Ahmet Abi. Üniversite’de memur olarak çalışıyordu. Gençleri korumak onun için bedeli ne olursa olsun vazgeçilmez bir duyguydu. Çocuklarına da titrerdi.

Onunda yolu bir dönem İstanbul’a düştü. Çocuklarının ardından kendini yalnız hissettiği Diyarbakır’dan İstanbul’a gelip yerleşti. Her görüşmemizde "Kürdistan’a geri döneceğim oğlum, buralarda yapamam" derdi.. Mevlüde Abla hayatını kaybetmeden bir müddet önce o çok sevdiği topraklara geri döndü.

İlk olarak Mevlüde Abla’yı verdi toprağa. Mevlüde Abla’nın cenazesini toprağa verirken dolu gözlerle "Artık benim de zamanım geldi. Mevlüde gittikten sonra çok sürmez, beni de yanına alır" demişti.

Öyle de oldu. Çok sürmedi, Mevlüde Abla onu da yanına aldı.

Bize ise sessiz sedasız ölen bu babaları yazmak kaldı…

Tabi bir de üstümüze yapışmış, hiç silemeyeceğimiz emekleri…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fehim Işık Arşivi