Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

BİLMEZ HOCADAN TARİH TERSLERİ: Depremin tanımadığı sınırlar

Deprem sadece Türkiye şehirlerini değil, sınırın diğer tarafındaki birçok yeri de feci vurduğu halde, ‘oralarda’ ne olduğuna dair açık bir ilgisizlik yaşadık. Depremin iki tarafını da yerle bir ettiği sınır, asıl insanlığımızın sınırlarını gösterdi bize!

Sorması kolay, cevabı çok zor bir soru var: 2023 depreminde kaç can kaybettik?

Kaçımız biliyor bu sorunun cevabını?

Cevabın zorluğu sadece can kayıplarını sayma konusundaki zorluklardan ve yetkili kurumların güven vermeyen yöntem ve tavırlarından kaynaklanmıyor. Zihinlerden ve gönüllerden silinmeyen ulus-devlet sınırlarının vicdanları sınırlandırması da kayıp ve zararın bilinmesi konusundaki zorluğun önemli kaynaklarından biri.

Depremin hiç tanımadığı ve iki tarafını da sallayıp yerle bir ettiği sınır, asıl insanlığımızın sınırlarını gösterdi bize!

Depremden hemen sonra Hatay’da görüştüğüm insanlardan, her fırsatta medyada boy gösteren uzmanlara kadar, kısa bir bocalama sonrası bildikleri teraneleri okumaya devam eden yerli ve milli politikacılardan medyaya kadar maalesef çoğu aktör meseleye ‘insanlıktan uzak’ baktığını açıkça gösterdi: Deprem sadece sınırın bir tarafındaki Türkiye şehirlerini değil, doğal olarak diğer tarafındaki birçok yeri de feci vurduğu halde, ilk günden itibaren ‘oralarda’ ne olduğuna dair açık bir ilgisizlik ve umursamazlık yaşadık veya gözlemledik.

Bu gibi durumlarda bolca kullanılan “can kaybı” veya “kaybettiğiMİZ canlar” söylemiyle karşılaştığımızda, sınıfsal, cinsel ve benzeri kimlikler gibi etnik veya ulusal kimliklerinden bağımsız, daha doğrusu onların üstünde, depremde hayatını yitiren tüm insanların söz konusu edildiğini düşünmemiz gerekiyor, ama öyle olmadığını biliyoruz.

Sınırın ötesindeki depremzedeler ve genelde yıkım, ısrarla görmezlikten geliniyor.

Şimdi bir daha sorabiliriz: 2023 depreminde kaç can kaybettik?

Medyanın 40 bin, 45 bin ve şimdi 50 bin gibi eşiklere odaklanarak verdiği rakamlar, her seferinde sadece Türkiye’deki kayıplarla sınırlı.

Neden?

Söz konusu olan “doğal afet” ise, “insanlık felaketi” ise, “kaybettiğimiz canlar” söz konusu ise neden?

Sınırın bu tarafındakiler can de öte tarafındakiler başka bir şey mi?

Kaçımız bu soruyu soruyor?

Sormamak (insanlık adına) nasıl yüzümüzü kızartmıyor?

Sınırın her iki tarafındaki can kayıpları toplamda veya ‘birlikte’ ne kadar?

Bu sorunun cevabını bulmak için internette özellikle dolaşmak gerekiyor ve cevaplar sadece Türkçe dışı kaynaklarda bulunabiliyor.

XXX

İskenderun’da sohbet ettiğim, yaklaşık 85 yıl önce hasbelkader ‘Türkiyeli’ olmuş Alevi Arap bir grubun, etrafımızdaki depremzedeler arasında en zor durumda olan ‘Suriyeli’ göçmenlere konusunda sergilediği hiç de dostça olmayan tavır ve dil üzücüydü, ama hemen yanı başlarındaki Suriye’de depremin yarattığı yıkım ve kayıplara ilişkin bilgisizlikleri ve ilgisizlikleri aynı zamanda çok şaşırtıcıydı. Elbette uzun bir tarihi arkaplanı olan bu Hatay gerçekliğinin farkında olmak bazı şeyleri anlamamıza yardımcı oluyor, ama (bazılarıyla aynı dili konuşmaları ve aynı inanca sahip olmaları gerçeğini bir yana bırakarak) paylaştıkları insanlık ile anlaşılması zor bir sınır tarafından bölünmüş coğrafya ortaklığı düşünüldüğünde bu ruh ve zihin insanın ağrına gidiyor doğrusu.

Politikacılar ve uzmanlar söz konusu olunca, insanlık adına utanç duygusu da buna ekleniyor: İlk günlerin şokunu ve bölgedeki canhıraş koşturmayı arkamda bırakıp döndükten sonra çok farklı düzlemlerde ve ortamlarda karşıma çıkan sınırın bu ‘bölücü’ özelliğiyle zihinleri ve gönülleri sınırlayıcılığı, politikacılar ve uzmanlar söz konusu olduğunda çok can yakıcı oluyor ki bu mecralarda bu sınırları aşabilen bir zihniyet ve gönülle karşılaşmak henüz mümkün olmadı maalesef.

Benzer bir duyarsız tavrı (‘yandaş’ ve ‘muhalif’) medyada görünce artık şaşırmamak mı gerekiyor?

O kadar mı ümitsiz bir vaka artık ‘medya’?

Artı Gerçek başta olmak üzere bu sınırların kendisini köreltmediğini bildiğimiz duyarlı medya organlarının daha fazla geç kalmadan bu konuda dilini değiştirmesi, radarını genişletmesi ve özelikle can kayıpları hakkında haber ve yorumlarda bu kapsayıcılıkta bir yaklaşım sergilemesi lazım.

XXX

Bu tavrın can yakıcılığı da aşarak acınacak ve utanılacak noktaya varabileceğini, çok saygın bir deprem uzmanının medyaya verdiği beyanı kulaklarımla duyduğumda anladım: Bölgede yeni olmuş ve olabilecek depremlerle ilgili uzmanlığını konuştururken, (diğer aktörlerin sadece bilmezlikten ve görmezlikten gelmekle yetindiği) sınır ötesinin asla kendisini ilgilendirmediğini açıkça hem de birkaç defa ifade etti. Yerin kilometrelerce altındaki faylardan söz ederken o anlamsız siyasi sınırı bu kadar keskin bir belirleyici olarak görmenin akla sığmayacağını bilmek için uzman olarak gerekmiyor, ama depremin yarattığı sonuçları düşününce bu sınırın uzmanımızın kafasında ve yüreğinde yarattığı sınırlılık, insanlığa hiç sığmıyor. İnsanlık adına beni utandırıyor doğrusu.

İşin en kötü tarafı şu ki bu, kesinlikle kişisel ve az rastlanan bir tavır değil.

Deprem söyleminde (özellikle can kayıpları söz konusu olduğunda) Misak-ı Milli zihniyetinin ulus-devlet sınırlayıcılığı, özellikle böyle afet zamanlarında insanlığa ne kadar sığar?

Depremin tanımadığı sınırlar insanların beyninde öyle bir yer etmiş ki toplam ölü sayıları da diğer tüm kayıp ve zararlar da ‘sınır ötesi’ asla dikkate alınmadan konuşuluyor ve yazılıyor.

XXX

Yaşanan depremlere Maraş, Elbistan veya Hatay depremleri değil, hepsini aynı zamanda etkileyen sınır içi ve dışı tüm şehirleri kapsamak üzere ‘2023 depremi’ adını vermeyi yeğliyorum. ‘Şimdinin tarihi’ hakkında yazarken gelecekte söz konusu depremlere bu ismin verileceğini düşünerek bunu kullanıyorum, ama aynı zamanda yer ismi kullanılarak üretilen adlandırmaların ne kadar sorunlu olduğunu da özellikle 1894 ve 1999 depremlerinden dolayı biliyorum.

Afetin yaşandığı her yer için, jeolojik/teknik bir mesele olarak “depremin merkez üssü”nün neresi olduğundan bağımsız olarak, deprem öncelikli olarak o yerin kendi depremidir! Depremlerin merkez üssünü bilmem ama mesela Malatya, Adıyaman veya Hatay’ın bazı ilçelerinin ‘felaket üssü’ olduğu kesindir.

Nitekim “Hatay depremi” yaşanmadan önceki iki hafta içinde, 6 Şubat günü yaşanan ve kamuda “Maraş depremleri” olarak anılan iki depremden sonraki süre boyunca Hatay’da gözlemlediğim, bu ilk iki depremin de tepeden tırnağa Hatay depremi olduğuydu! Hangi jeolojik argümana sığınırsanız sığının, bunun Adıyaman depremi veya Malatya depremi olmadığını oradakilere anlatamazsınız. Benzer bir tartışma, 1894(Marmara?) ve 1999 (Düzce?) depremleri için de söz konusudur: Merkez üssü olmadığı için depremin yaşattığı yıkıma rağmen bu depremlere İstanbul depremi demek gerçekten ne kadar yanlıştır?

Konumuza, yani sınırlara dönecek olursak, Suriye’deki yıkıcı etkilerini ve her yönüyle felaketi dikkate alarak, Şubat 2023’te bir “Türkiye ve Suriye depremi” yaşandığını söylemek doğru olacaktır. Nitekim İngilizce birçok kaynakta bu deprem, doğru bir adlandırmayla bu isimle anılmaktadır.

XXX

Ulus devlet sınırlarının ve onu yaratan sınırlı zihinlerin yol açtığı ‘insanlık dışı’ tavırlardan biri de deprem sonrası yardımlar konusunda ortaya çıktı, ama bunu başka yazıya bırakmam gerekiyor. Güney Kıbrıs’tan gelenler başta olmak üzere farklı ülkelerden can havliyle yardıma gelen bazı yabancı heyetlere resmi makamlar tarafından yaşatılanlar, ulus-devlet sınırlarının (ve ona eşlik eden kafalardaki ulus ve etnisite sınırlarının) aynı zamanda insanlığı sınırladığını gösterdi.

Daha önce ele aldığım, deprem sonrası bölgede sergilenen ve ‘maalesef’ olağanüstü olduğunu söylediğim sivil dayanışma seferberliği, ulus/etnisite üstü ve ulus-devletler üstü düzeyde de sadece afetler/felaketler sonrasında, yani ‘olağanüstü’ zaman ve şekillerde karşımıza çıkan istisnai bir insanlık örneği, bir güzellik oluyor ‘maalesef’.

1999 Marmara ve Düzce depremleri sonrasında da aynı şekilde karşımıza çıkan bu dayanışmacı tavrın geçiciliği ve olağanüstülüğü ile yerli ve milli tepkilerin ‘olağanlığı’, Deprem Tarihi Tersleri sırasında ele alınacak konular arasında.

“Her şey güzel olacak” denirken kastedilen güzel günlerin bir özelliği de bu ‘sınırsız’ dayanışmanın ‘olağan’ hale gelmesi olsa gerek.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi