Fadıl Öztürk
Bir Cumhurbaşkanı nasıl olmalı
Edirne’den Hakkari’ye, Datça’dan Posof’a kadar kimseyi bir diğerinden ayırmayan; Köylü, şehirli, okumuş, okumamış ayrımı yapmadan, inançlarına göre tasnif etmeden insanları, balıkların suyu yurdu sayması gibi doğal, nefreti yeryüzünden silercesine herkesi seven bir başkan olmalı…
Bir iradesi olmalı, bir rüzgârı, şiire, şarkıya, aşka düşen bir yanı olmalı. Kendini salmamalı, halinden utanmayan bir işçi tulumu gibi kendini giydirmeli onu sevenlerinin ruhuna. Paydos düdüğü çalmış gibi kendini kapıdan dışarı atmalı. Işıklardan koşar adım geçip kalabalığa karışmalı, kalabalık ona. Bir gülümsemeden kahkahaya hızla yol alan biri olmalı…
Yaşamalı geceyi, hiç sabah olmayacakmış gibi, sokağın teri sinmeli tenine, kalbinin atışıyla yarışmalı ve elbet bütün bunları yorgunluğuna değil, yaşadığına saymalı. Aynadan kendine baktığında anılarını değil, hayallerini gören biri olmalı…
Efkârını, acıya çalınmış sevinçlerini, dört duvar arasında geçen günlerini, ayrılığın nefes aldığı görüş günlerini, uyandığı sabahları ve volta attığı saatleri, aklında geçenler ile hayatından geçenleri toplayıp bir yoldaşıyla konuşur gibi "hep yanınızdayım" diyen biri olmalı…
Müzik girmeli onun içine. Onun dudaklarından havalanan şarkılar uçup konmalı başka dudaklara. Mahpusta yaşadıklarını bir kenara koyup, bir ülkeyi baştanbaşa dolaşır gibi kendini hayata atmalı. Gülümsemesi gül açmalı, sigarası yandan yandan yol almalı, ‘yolum var’ deyip önce kendisiyle vedalaşan biri olmalı...
Ki, insan kendisiyle vedalaşmadan çıkmayınca yola, varamaz hiçbir yere. Kendisiyle vedalaşan, kendisini uğurlayan olmalı. Kendi ardından kendisi su dökmeli, ‘geri dönerim’ diye kulağı hep evin kapısındaki tıkırtıda olmalı. Ardında hiç kimseyi kendine borçlu ve boynu bükük bırakmayan biri olmalı…
Nevalesi hayal olmalı, gerekirse bu yüzünden otobüs, hatta uçak kaçırmalı, dönüş bileti yakmayı bilmeli. Bir yanı içten içe kendine gülerken, öbür yanı varmak için hedefine ayakları yerinde durmamalı. Gidip de dönmemek var dememeli, geri döneceğinden asla şüphe duymamalı. Rüzgârla yarışan atlarla annelerine, sevgililerine, çocuklarına, arkadaşlarına dönen biri olmalı…
Çorabı delinmeli, saçları dağılmalı, topuklarından ter akmalı. Yolun uzunluğuna, günlerin uzayıp kısalmasına, aradaki saat farkına aldırmadan, her dili ana dilini konuşur gibi konuşmalı. Yalnızlaşmanın dibine vurmayanlar bir daha çıkamazlar insanların yüzüne. Dibe vurup, yüzyıla basamak basamak çıkmalı. Başkalarına bulaşmanın ateşini göğsünde hep taşıyan biri olmalı...
Severken bir ülkeyi yeniden yaratır gibi zahmetine katlanır gibi sevmeli. Bir kahve içmek ister gibi keyifle, çay suyunu ocağa koyar gibi, doğan güne perdeleri açar gibi, bir bardak suya ‘Merhaba’ der gibi, ışık dolu sesiyle ayaklanıp çiçekleri yurdu sayar gibi, kendine fazla geldiğinde sevdiklerine akacak yol bulan biri olmalı…
Başına gelenlere ‘Alın yazımı kendim yazıyorum’ demeli. Her sözcüğünde mutlaka kuşlar havalanmalı, balıklar yüzünü sudan çıkarmalı. Her sözcüğü, yaz olsun, Haziran gelsin diye, güneşte ağaran entari olmalı kadınlarımızın üzerinde. Yediden yetmişe herkese hayal olmasını bilen biri olmalı…
Yeri geldiğinde onu tanıyanları bile hayrete düşürmeli, tanımayanlar onda kendilerinden bir şey bulmalı. Günlük bir işi yapar gibi yapmalı bütün insanlık için yapacaklarını. Çocuğunu okula götürüp veli toplantısına katılır gibi, eve dönmeden fırına uğrayıp sıcak ekmek alan yolda ekmeğin ucundan koparıp ağzına götüren biri olmalı…
‘Böyle biri var mı?’ diye sorarsanız bana, gönül rahatlığıyla size derim ki; ‘Kendinde azaldıkça halklara çoğalan, dokunsa taşın kalbini bile yerinden oynatacak olan, hepimizin özlem, umut ve hayallerinden yapılmış bir Selahattin Demirtaş var Edirne mahpusunda’…