Fadıl Öztürk
Şer Zamanıydı *
Yeri gelince insanın dağ, dağın insan olduğu, canlı, cansız bütün varlıkların bir ruhu olduğu yerin, Dersim’in romanını yazmış Hasan Hayri Ateş. Kısa bir süre önce Dipnot yayınlarından çıkan romanın adı: Şer Zamanıydı.
Birbirine tutkun, gem vurulmaz, dizgin tutmaz iki atın içinde kaybolduğu göl rüyası anlatan, varla yok arasında bir görünüp bir kaybolan bir ermişle başlar roman. Göl, sabahı karşılayan ve akşamı getiren iki dağ arasında köyün dibindedir. Bir ince dere besler hikâyeyi, gölü ve dünyanın görünen ve görünmeyen halini. Romanı okursanız onların halen orada var olduğunu hissedersiniz. O zaman görmek için göz yetmez insana, rüyaya yatmak, hayali uyuduğu uykudan uyandırmak, iki dünya arasında gidip gelmeyi hayatınıza çağırmanız gerekir...
Kitabı okumak için elime aldığımda Dersim üzerine bugüne kadar yazılmış romanlara ilişkin bende oluşan yargıların tedirginliğiyle çevirdim sayfaları. Her yazan doğal olarak tuttuğu yerden, kendince biriktirdiği anılara ve tanıklıklara dayandırır yazdığını. Dersim’in bütününün bir romanı yazılır mı bilmem. Bu anlamda her Dersim romanı yaşanmışlıklara, yaşayanların anlatımına dayandığı için belli oranda yarı belgesel niteliktedir. Dersim 37-38’i kapsayan, yaşananları özellikle edebiyat olarak yazılıp, unutulmadan geleceğe taşınmasını kendimce önemsiyorum.
Hasan Hayrı Ateş’in Şer Zamanıydı romanını okuyup bitirdiğimde bende yarattığı hüznü koyun bir kenara, kendine ait büyülü bir anlatım dilini, rüyanın dilini olanaklı bir biçimde kullandığı için de sevindim, mutlu oldum. Rüyanın gerçeğin ta kendisi, gerçeğin ise içine uyanılan rüya olduğu okuyanları hemen çağırıyor, elinden tutup oralara kadar götürüyor. Dilin, inancın bozulmasının o şiddet ortamından çok sonraki zamanlarda zalimin iktidarıyla kendine vücut bulduğunu inceden inceye bize aktarması da önemli.
Romanın kahramanları Pülümür’e kolları zincirli bir şekilde götürülen ve Harçik suyu kenarında kurşuna dizilen Pir Seycan ve o kurşuna dizilme anında kendini suya atarak kurtulan oğlu Seydali’nin Baba Mansur Ocağı’na bağlı dervişler olmaları, inançlarının dilini hiç terk etmemeleri açısından da önemli. Bugüne kadar Dersim üzerine yazılan romanlara karanlık odalarda tap edilen fotoğraf olarak bakarsak eğer, Şer Zamanıydı romanı fotoğrafı aşan bir röntgen çekimidir diyebilirim...
Bu anlamda zulmün yeryüzünde sadece Dersim’e indirilmiş olması karşısında adalet arayışını zalimine tepki olarak onun yöntemlerini kullanmadan, dervişane hayat gömleğini hiç çıkmayıp, zalimin zulüm gömleğini giymeden, yani ona benzemeden bütün haksızlıklara kendi inançlarından beslenerek karşı durmaları fotoğraf değil röntgen çekimidir.
Kurşuna dizilme anlarında bile, tetik düştükten barut kokusu çığlıklarla beraber havaya karışmadan hemen önce, bir emirle yaşayanları öldürülmüş, kendilerini katil yapacakların yüzüne yaşamın doğmakla başlayıp, ölmek/öldürülmekle bitmeyeceğini sohbet eder gibi serin kanlılıkla anlatmaları onların dünyaya nasıl tutunduklarını anlatır. O günden bugüne yol alarak kalbimizdeki boşluğu dolduran dil de, tek bir dünyaya sığmayıp onu aşan derviş dilidir. Yazar, kuyuya atılmış hakikatin dilini defalarca o derin kuyuya inip, sözcük sözcük çıkararak yazmış kitabı.
Yazar romanında kullandığı büyülü, rüyalı, hayalli dil ile bugüne kadar Dersim üzerine yazılmış romanlardan farklı bir yerde duruyor. Çünkü öldürülen, uçurumlardan aşağı atılan, süngülenenler sadece kadın, erkek, genç, yaşı, çocuk bedenleri değil; öldürülenlerin yaşarken dünya ile kurdukları bağ anlamında dilleri ve o dillerle inançlarına yürüdükleri yoldur. Öldürülmüşlerimiz var bu doğru, onlar çoktan toprakla karışarak kendilerine yeni bir hayat buldular. Ama dilimizi ve inancımızı o günden bugüne her gün ağzımızda, dilimizde öldürmeye devam ediyorlar.
Orası, Dersim’de iki dağ arasında kurulmuş bir köydür. Köyün doğusunda güneşin doğmasıyla ısınıp kızıllaşarak günü başlatan dağla, onun karşısında güneşin batmasıyla kararıp soğuyan dağ arasında gökyüzüne asılı duran bir köy.
Haritalarda bulamazsınız o köyü. Yakınları dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, onlara komşudurlar. Bir yerli değil, dünyalıdırlar. Emellerine göre öldüklerinde de yaşarlar bir başka alemde.
İki dağı ve görülen rüyaya göre bazen ağız bağız dolu, bazen dipsiz bir kuyuya dönen gölüyle gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış o köyde sınırsız düşünür, vicdan ve insafın sınırları içinde yaşarlar. Dünyanın neresinde olursa olsunlar yaşayanlarla kendi aralarında bir sınır çizmezler. Hiçbir ülkeyi istila etmeye kalkmadan sınırsız yaşarlar. Ne çektilerse onları durmadan kendi sınırını içine almak isteyenlerden çektiler.
Semercilik zanaatını bir mühür gibi beraberinde taşıyan, Ermeni Kirkor ve karısı Tatevik’de gökyüzüne asılı duran o köyde yaşarlarmış. Kirkor’un ölümünden sonra evinde bir başına yaşayan Tatevik, Ermeni soykırımında komşularının ‘Seni Rusya’ya kaçırabiliriz’ önerisine, yaşlı olduğunu, o kadar uzun yolla baş edemeyeceğini söyleyerek sürgün zamanına kadar evinde bir başına yaşamaya devam eder. Dersim sürgünleriyle beraber sürüleceği kesinleşince kendini Kirkor’un mezarı başındaki ağacın dalına asarak ömrünü sonlandırır. Biz aslında asla tedavi edilmeyecek acıların üstünde yaşıyoruz. Hep yaralı olmamız bundan.
Yeryüzünün tanrının yüzü sayıldığı 72 millete bir nazardan bakılan bu köyde, soyunu sopunu sürdürmek, çocuk sahibi olamak için Dızgun Baba ziyaretine gidip dilekte bulunan ve dileği yerine gelince doğan oğullarına Serxon ismini veren Sıleman ve Zeme çift de bu köyde yaşarmış. Serxon ziyaret çocuğu olmasına rağmen içinden dışından kötülük akan bir genç olmuş. Çıkar ve aç gözlülüğü yüzünden devletin milisi olarak köylülerinin bedduasını alıp düşkün ilan edilerek köyden sürülen ve binbaşının kurşunuyla parçalanmış bacağını arkasından sürükleyerek bu romanın sonuna kadar gelendir Serxon...
Kendini sadece oralı değil dünyalı sayan o köy kırımdan sonra öldürülmüşlerden geriye kalanlar olarak perperişan bir şekilde sürgün yoluna çıkarılmışlar. Sürgünler buz gibi bir havada önce kamyonlarla Sivas Divriği’ne sevk edilmişler. Oradan kapalı vagonlarla Afyon’a yollanmışlar, her bir varış yerinde itilip kalkılarak hakaret edilmişler. Afyon’dan İzmir Basmane garına varmışlar. Bir zaman Kültür Park civarında yıkılmış bir binada tutulmuşlar. Her bir mola yerinde kimsesizler mezarlığına gömerek geride bıraktıkları ölüleri olmuş bu sürgünlerin. Çoğu kız olan dokuz çocuk kaçırılmış, kaybedilmiş. Varacakları yerlere varmadan önce sürülmek derdinden büyük derler edinmişler. Çektikleri acı azmış gibi geriden gelen bir sevkiyatla beraber yüzbaşının vurduğu, ölü diye yerde bıraktığı milis Serxon’da inip karışmış sürgünlerin arasına. Derdin dertle yarıştığı zamanda romanın başından sonuna kadar her derde tanık olan Seydali yolda ölen kızı Sosın ve anne eksiğiyle inmiş Soma garına. Onları gardan alıp gidecekleri köye götürecek at arabasına binerler. Yolun bir yerinde arabayı sürenin en zor zamanlarda rüya halinde ona görünüp üstüne düşen sözü söyledikten sonra ortadan kaybolan derviş olduğunun farkına varır Seydali. O an gerçeklerden kopup yine rüyanın içine girer Seydali...
Hasan Hayri ATEŞ’in Şer Zamanıydı romanı bir rüya ile başlayıp ve yine bir rüya ile bitiyor. Yaşlılarımızın ‘Bizim başımıza gelenler çocuklarımızın başına gelmesin’ kaygısıyla dillerine kilit vurarak sustukları zamandan sabırla toplanarak emekle kitap sayfalarına dökülmüş bir romandır.
...
* https://dipnotkitap.com/kitap/ser-zamani/356