Fadıl Öztürk
Bu dünya bizim dünyamız değil...
Dünyanın yüzünü bize çevirip baktığı yok, yok doğuyor, yok yaşıyor. Eziyet çekiyor, ölüyoruz bir yerlerde. Bu bizim dünyamız değil, onların gözlerimizin içine baka baka bizi yok saydığı bir dünya. Daramız gözaltında kaybolmak, daramız bir yerlerde kurşunlanmak, daramız yarasıyla yaşamak... Daramızdan gülmek, bir sonraki günü kaygı etmeden ömrünün sonuna kadar yaşamak alınmış. Tersyüz edilmiş boş çuvallar gibi atılmışız bir köşede üst üste. Bırakın boş ve dolu mekanları, göğe doğru uzanan apartmanları, satılmış ya da satılacak arsaları, bu dünya bizim dünyamız değil...
Yazını bilmemiş, güzünde hep yaprak dökmüş, baharı hayallerimizle bir görünüp bir kaybolmuş, kıştan çıkarılmamışız bir türlü. Hayat, eskiyen bir elbise gibi lime lime dökülüyor üstümüzden. Yalınayağız, çıplağız, acılarımızı saklayacak bir cebimiz olmadan yaşıyoruz. Alnımızda dertlerin açtığı derin oyuk, ellerimiz çatlamış nasırlarıyla yokluğun kurumuş anayurdu. Bırakın bir adım öncesi, bir adım sonrasını yaşamak baştan sona tuzak, bu dünya bizim dünyamız değil...
Limanlara çekilmiş, anıları indirilmemiş yorgun gemilerle sohbet ettik. Uykusu kaçmış kentlerle, o kentlerin kenar semtlerinde süren hayatlarla oturup kalktık. An geldi toprağa düşüp kırlarda ayazda kaldık. Donduğumuz da oldu, çözülerek derdini aldığımızda oldu üç öğün acısını yiyip içenlerin. Gecelerde ansızın kayıp düşen yıldızları saydık tek tek. Ansızın patlayan yağmurlarla konuştuk toprak emmeden az önce. Hayatla ölüm arasında sıkışıp kalmış halklar kendilerini kurtarmadıkça, bu dünya bizim dünyamız değil...
Olmamışlarla, pişmemişlerle, kan dökmekten bıkmayan kansızlarla, verdiği sözün başında durarak ömrünün sonuna yürüyenlerle günleri üst üste devirdik. Zamanın saatlerde onlara hatırlattıkları ile bizi çağırdıkları hiç aynı olmadı. Onlar saat başları kadar azken, biz o saatleri oluşturan saliselerinden yapılmış kadar çok, anlardan ayıklanmayacak kadar ele avuca sığmazdık. Aynı dili konuşmasak ve aynı ülkede yaşamasak bile dünyanın geleceğine akan terden ırmakları besledik. Peşine düşülüp yere düşürülmek istenen umuttuk, bir gülümsemeyle yüze yayılan ışık. Birimiz bir kaçımız değil sadece, hiç noksansız her renkten hepimiz; anne kucağında memeye saldıran bebekler dahil kaygısız yaşamıyorsak eğer bu dünya bizim dünyamız değil...
Ömrümüz ki, dünyanın terazisinde tartılmayacak kadar az olsa da her birimizin, yine de her bahar dalında tomurcuklanıp açan çiçeklerle oturup kalkmayı bildi. Hüznün saçlarını serin suların kıyısında taradı. Öfkesini pencerelerden evlerin içine vuran ışıkla besledi. Unutulmayanların adını günde üç kere içinden havaya saldığı da oldu. Ağzı dili yokmuş gibi sustuğu, koptu kopacak kadar inceldiği de oldu ömrümüz. ‘Bir daha geri dönmez’ dediğimiz yerlerden döndü bize, bilmediğimiz dillerden konuştu ömrümüz. İçine ne doldurursan onu alan kutu, hayat verenlerle hayat alanlar arasında kendine yol arayan yolculuk ömrümüz. Eksikliğimizi onlarla tamamladığımız, bir yerde Leyla Kasım, bir yerde Leyla Halid, bir yerde Arin Mirkan, bir diğer zamanda Julius Fuçik ve daha niceleri ömrümüz. Eksikliğini bizden önce ölmüş/öldürülmüşlerle tamamladığımız bu dünya bizim dünyamız değil...
Bu dünyanın bir yüzü var mı diye yüzünüzü Uzak Doğu'da Myanmar'a dönün. Askeri cuntadan sonra insanlar her gösteride yüzer yüzer öldürülürken, dünyanın kör sağır ve dilsiz kalmasını görün. Artık her ülke kendi diktatörünü doğurup besliyor, onlara zulmederek öldürsünler diye. Demokratik dünya kamuoyu sıcak asfalta dökülünce anında buharlaşan bir bardak su. Dünyanın bir yüzünün kalmadığı bu zamanda, seçimle iktidarı göndermekten bahsediyoruz. Kürtleri devre dışı tutan bu tür tutum alışlar astarı çekmiş ceket gibi duruyor kendine siyasetçiyim diyenlerin üstünde. Köydeki tek takım elbiseyi kasabaya işi düşenin alıp giydiği elbiseden farkı yoktur böyle demokrasilerin, elbisenin içindeki istediği kadar değişse de, elbise değişmez bir türlü. Kendi kumaşını kendimizin dokuyup, kendimizin dikmediği bu ülke bizim değil, bize zorla o elbiseyi giydirenlerin ülkesidir...
Kalbinizden aşağıya kadar inin, bugüne kadar aldığınız yaraların toplamından da aşağıya. Her biriniz çektiği acıları alt alta yazarak, süngülenenleri, uçurumlardan suya atılmışları, kara vagonlarda gözlerini hayata yumanları, sürgün yerine varmadan ölmüş yaşlıları, yurdunda yaşlanmak dururken dudaklarda sönmüş çığlıklarla beraber alt alta yazarak toplayın. Sonra bir kuru dal kalıncaya kadar ağaçta tek bir yaprak kalmayıncaya kadar çıkarır gibi çıkarın. Rüzgâr tutmaz, kuş konmaz olsun bu dünya...