Fadıl Öztürk
Hak örgütleri-Suç örgütleri
Her durumda devleti yüceltenler onlardır. Ama tapındıkları o devletin yasalarının dışına ilk çıkanlar da yine onlardır. Suçu tasarlayan onlardır, tasarladığını gayri nizami olarak uygulayanlar da. Devlet nizamına tapınıp yüceltirken, kişisel çıkarları için o devletin kanunları dışına çıkarak, onları ilk çiğneyen yine onlar olmuşlardır. Bu tür örgütlenmeler, sınıflı tüm devletlerin bünyesinde biriktirdiği kirli örgütlenmeler olarak ‘kanun dışı’ işlerini yaptırdığı birer suç örgütüdür.
Bir ülkede devlet onları ‘komünist’ avına çıkarır, diğer bir ülkede uyuşturucudan kazanılan paraları aklayarak servet edinir, başka bir ülkede fuhuşu bir sektör haline getirerek kadın bedeni üzerinde tepinirler. Devletin varlığından beslenerek gelişip büyüyen bu tür suç örgütlerine hayat hakkı tanıyanlar yine içinde var oldukları devletlerdir. Ezilenlere karşı devleti ve devletin yasalarını ‘can siperane’ savunan bu suç örgütleri kanun dışına çıkarak varlıklarını sürdürmekte beis görmezler.
Yasalara göre kurulmuş birer örgüt değil, savundukları düzenin yasalarını çiğneyerek var olanlardır. Daha demokratik ve adil bir toplum için meydanlara çıkan, saklanmadan, gizlenmeden açıktan muhalefet edenlerin karşısına devletin diktiği gayri nizami örgütlerdir bunlar. Bir ülkede yaşıyor olmanın hakkı peşine düşenleri ‘devletin yüce çıkarları için’ bombalayan, kurşunlayan, katliam yapıp kanun ve nizam sınırlarını aşarak, yasalara göre suç işleyenler ama o suçun cezasından muaf tutulanlar yine bu tür devlet kaynaklı örgütlenmelerdir.
Yasaların dışına çıkarlar. Yargıçlar birer devlet memuru olduğu halde, yasaların onlara verdiği yargılama yetkisini kullanmaz, yasal boşluklardan faydalanarak suç ve suçlunun yoluna taş koymazlar. Onları suçlarının karşılığı olan cezalara çarptırarak varlıklarını sonlandırmazlar. Adeta işledikleri her suçta onları cesaretlendirerek, suçun devamlılığını sağlarlar. Tıpkı Can Dündar saldırganının ve kadın katillerinin mahkemelerde iyi hal indirimiyle kısa zamanda salınması gibi. Onların dünyasında sabah ve akşam yoktur, hep zifiri karanlıktır. Devletin varlığından beslenen rutubetli birer dehlizdir onların dünyası.
Polis ‘İsmin ne abicim?’ örneğinde olduğu gibi onlara yakın durur, engellemez, tam tersine korur-kollar onları. Sorgularda işkence gören devrimcilerin, muhaliflerin, insanlık hakkı için mücadele edenlerin tersine onlar korunup-kollanarak ağırlanırlar. Devletin yasalarla çizmiş olduğu sınırların çiğnenmesi sadece onlara ‘hak’ görülür.
12 Eylül öncesi sahte telgraflarla tahliye edilen yine onlardı. Ağca’yı İstanbul askeri cezaevinden Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna kaçırarak İran’a, oradan da Avrupa’ya paketleyerek, papaya kurşun sıktıranlar da yine varlıklarını armağan ettikleri devletin kural ve nizamlarını her durumda çiğneyenlerdi. Devlet onları içinden geldikleri toplumda sınıfsal durumlarına göre değil, devlet adına ne kadar kullanışlı olacaklarına göre belirler.
Solcular, devrimciler, komünistler, demokrat ve aydınlar, bugünkü mücadeleye damgasını vuran yurtseverler eylemlerinin tümünü demokratik bir hak olarak talep ederek sokağa çıkar, meydanlara dolar, sesini yükselterek devleti eleştirir, benzerlerini olması gereken gelecekten haberdar ederler. Partileri vardır bu kesimin, çevreye ve kadına duyarlı dernekleri, platformları, devletin yasalarla görevleri tanımlanmış meslek odaları vardır. Kurumlarında seçimle iş başına gelir, seçimle görevlerini yeni seçilmişlere bırakırlar. Demokrasiye inananlardır bunlar ve demokrasi kurallarının sonuna kadar işletilmesi mücadelesi veren hak örgütleridir. Devleti ve bayrağını yücelterek onun karanlık dehlizlerinde suç ve suçluyu övmezler. Daha demokratik bir toplum uğruna, yasal sınırları belirlenmiş kurumlarda mücadele ederken, kapısının önünde, okulda, iş yerinde, grevde, kurşunlanarak suç örgütleri tarafından hayatları ellerinden alındanlardır. Hak örgütleri ile suç örgütleri arasındaki fark tam da buradadır.
Deniz Poyraz’ın vurulması, Erk Acarer’in Almanya’da evinin bahçesinde saldırıya uğraması bana daha önce basına yansıyan bir fotoğrafı hatırlattı. Fotoğrafta M. Ali Ağca ve A. Çakıcı neresi olduğu pek belli olmayan bir yerde, işlenecek suçların tedirginliğiyle bir koltukta yan yana iki yabancı gibi oturuyorlardı. O an biz eski devrimcilerin buluşma anları geldi aklıma. Sarılıp sarmalayarak kucaklaşmamız, hemen orada şakalaşmamız, yüksek sesle kahkaha atmalarımız, gözlerimizin içinin gülümsemesi ile kıyasladım. Ağca ve Çatlı’nın buluşmasında iki eski arkadaşın samimiyetinden eser yoktu. Fotoğrafta cinayet mahalline keşfe gönderilmiş iki suçlunun her yerinden karanlık akan hali vardı. İşte o fotoğraf bu günlerin önceden çekilmiş fotoğrafıydı.
Görünen o ki, dört yana işgallere yollanan devasa ordusuyla; İç güvenlikte sesini çıkaranı gözaltına alan polis ve bekçisiyle, bir nevi yedek ordu gibi hareket eden korucu aşiretleriyle, Avrupa’yı da içine alan devasa istihbarat ağıyla, içi boşaltılmış olsa da varlığı tek bir kişiye armağan edilmiş ‘anayasasıyla’, parlamenterleri içeri atılarak içi boşaltılmış ‘parlamentosuyla’ devlet suçta devamlılığı esas almış durumda.