Birileri anayasayı değiştirsin diye beklemeden: Hep Birlikte Yeni Bir Anayasa...

Evrensel hukuka, insan hak ve özgürlüklerine bağlı, akla ve ahlaka dayanan, 'toplumsal sözleşme' niteliğinde ortak bir anayasa çalışması ve 'ortak emeğin gücüyle' engeller aşılabilir.

Türkiye'nin mutlak monarşiden meşrutiyete, sonra cumhuriyete ve çok partili sisteme geçişi, bir anlamda anayasa alanında yaşanan sorunlarımızın da tarihi gibidir.

Meşrutiyete geçişin adımları 1876 Anayasası (Kanun-u Esasi) ile atıldı. Kanun-u Esasi, ilanından kısa süre sonra Sultan Hamid tarafından askıya alındı. 1908'de yeniden yürürlüğe girdiğinde de, İttihatçıların yönetimi ve savaş koşulları Anayasa'nın öngördüğü sistemin yeterince işlev kazanmasına olanak vermedi.

Kurtuluş Savaşı koşullarında Ankara'da toplanan Birinci Meclis'in (BMM'nin) kabul ve ilan ettiği Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 24 maddelik kısa ve yönetimin temel ilkelerini belirleyen bir devrim kanunu idi.

Cumhuriyete giden yolu açan hukuk metninin bu kanun olduğu söylenebilir. Çünkü, birinci maddede yer alan "Hakimiyet bilakayd-ı şart milletindir" (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir) hükmü, açıkça anlaşıldığı gibi, yönetimin hanedan ve saltanattan alınıp millete verilmesi amacını ifade ediyordu ve bu 'Cumhuriyet' demekti.

Nitekim Kurtuluş Savaşının hemen sonunda yenilenen Meclis (İkinci BMM), bu kanuna dayanarak 1923'te devletin yönetim biçiminin 'Cumhuriyet' olduğunu ilan etti.

Cumhuriyetin ilanı sonrası, 1924'te TBMM tarafından yeni bir Anayasa kabul edildi. Çoğunluk sistemini esas alan bu Anayasa 1960'a kadar yürürlükte kaldı. 1946'da çok partili sisteme geçilirken Anayasa'da yeni sisteme uygun, çoğulcu düzenlemelerin yapılmamış olması, zamanın iktidarının (CHP'nin) önemli bir eksiği oldu ve bu eksiklik, özellikle 1957 sonrası rejimin tıkanmasını ve giderek 27 Mayıs 1961 darbesini tetikleyen sonuçlara yol açtı.

27 Mayıs 1960 Askeri darbesiyle Türkiye'nin artık TBMM eliyle anayasa yapma süreci sona erdi. Darbenin oluşturduğu Kurucu Meclis'in hazırladığı tasarı 1961'de halkoyuna sunuldu. Türkiye böylece ilk kez 'referandum'la tanışmış oldu.

Bir darbe sonrası metni olmakla birlikte 1961 Anayasası, getirdiği bazı bürokratik kurumların yanısıra, anayasacılık tarihimizin en çoğulcu yaklaşımlarını da içeriyordu. Hazırlık süreçlerinde özellikle Ankara ve İstanbul Üniversitelerinin yoğun katkısı olmuştu ve çok partili sisteme uygun yeni kural ve kurumlar getiriyordu.

Fakat bir askeri darbe sonrası hazırlanmış olması ve darbecilerin devirdikleri DP mensuplarını haksız ve gereksiz yargılamalarla mağdur etmiş olması, bu Anayasa'nın baştan sorunlu doğmasına yol açtı.

1971 Muhtırasından sonra yapılan değişiklikler, 1961'in özgürlükçü yaklaşımlarını törpülemek amacını taşıyordu ve bu yapıldı. Meclis değişiklikleri Muhtıranın gölgesinde -iradesi kısıtlanmış olarak- kabul etti.

1982 Anayasası, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, darbenin ruhunu yansıtan bir metin oldu. Demokrasiyi evrensel ilke ve kurallarından kopararak " bu Anayasa'da tarif edilen demokrasi" diye Türk tipi bir tanıma sokan anayasa, karşı kampanyanın yasak olduğu olağanüstü şartlarda yapılan referandumda, ezici çoğunlukla kabul edildi.

16 Nisan'da oylanan 2017 değişiklikleri, bir anlamda 12 Eylül'ün hedeflediklerinden de ileri gitti. 1982 Anayasası darbenin liderinin referandumla birlikte 7 yıl için Cumhurbaşkanı olacağını öngördüğü için, parlamenter sistemle bağdaşması zor bazı özel hükümler konulmuştu. Ancak, Başbakan, Bakanlar Kurulu gibi yürütmenin önemli kurumları korunuyor ve yetkilerini koruyorlardı. Meclis'in yürütmeyi denetlemesi ve bir anlamda üstünlüğü teorik olarak mümkündü.

16 Nisan, Cumhurbaşkanı dışında hemen hiçbir kurum ve kural koyucu bırakmadı. Üstelik bu kadar ayrıcalıklı yetkiler verdiği cumhurbaşkanının, bir partinin başkanı olmasının yolunu da açarak, 'cumhuru ve cumhuriyeti' tarafsız bir üst makamın önderliği ve güvencesinden yoksun hale düşürdü.

Bu referandumda halkın değişiklikleri kabul etmediğini savunabilirsiniz. Bu savunma benim de paylaştığım, son derece haklı gözlem ve hukuki kanıtlara dayanıyor.

Ancak karşı tarafın bu savunmayı dinleyip, gerçekte verilmemiş yetkileri kullanmakta dikkatli davranacağını söylemek zor, hatta hiç mümkün görünmüyor. O zaman, savunmanın ötesine geçip bir karşı atak, hukuki, ahlaki, akla dayanan atak yapmak gerekiyor.

Biz 16 Nisan'a biraz da, 1983'ten, özellikle de 1991'den bu yana iktidarlar halka verdikleri sözleri tutup, 82 Anayasasını kökten değiştirmedikleri için geldik. Türkiye defalarca, geniş katılımla yeni ve demokratik anayasa yapma eşiğinde geldi. Ama her defasında siyasi fırsatçılık, siyasi idealizmi yendi.

Şimdi yeni bir eşikteyiz. 1924'ten sonra TBMM yeni bir anayasa yapma olanağı bulamadı. Bu kez seçimlere giderken Türkiye'nin önüne çoğulcu, eşitlikçi, dayanışmacı, yönetimde saydamlığı ve katılımcılığı esas alan, insan haklarına ve evrensel hukuka dayanan, bütünlükçü ve gelişmeci, 'toplumsal sözleşme' niteliğinde yeni bir anayasa hazırlığı koyabiliriz.

Bu hazırlık, 16 Nisan'da, herbiri farklı gerekçeyle de olsa Türkiye'nin hayırlı bir sonuca ulaşmasına katkı yapmış bütün çevrelerin ortak emeği ile olmalıdır. Ortak emeğin ürünü bu 'toplumsal sözleşme' hepimizin barış içinde bir arada yaşayacağı Türkiye demokrasisinin -kim iktidar olursa olsun- temel ilkeleri olacaktır.

Ve bu ortak emeğin paydaşları ilk seçimde TBMM çoğunluğunu oluşturursa -ki oluşturabilir- Türkiye yeniden içerde halka, hakka ve hukuka saygılı, dünyada saygın bir konuma erişmenin önündeki engellerden kurtulabilir. Çünkü demokrasi konusundaki bu ortak çaba, içinden, bugünkü yetkileri Meclis'e ve millete iade edeceğini ilk günden kabul ve taahhüt eden bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını, bütün Türkiye'nin, 'Cumhur'un Başkanı' seçme başarısını da gösterebilir.16 Nisan'da en güç koşullarda, farklı gerekçelerle de olsa, demokrasiyi savunmakta birleşenler şimdi -daha güç koşullarda da olsa- bu ortak çalışmayı başarabilir, başarmalıdır.

Çünkü ortak akla, ortak emeğe ve ortak emeğin ortak ürünlerine her zamandan daha çok ihtiyacımız var.

anayasa Ertuğrul Günay BİRLİKTE