Burdan düzgün bir gaste/gasteci filan çıkmaz!

Gazetecilik çok toplumsal, kültürel, siyasi ve ideolojik bir alan. Çölde gül yetişmeyeceği gibi, fikren çorak bu özgürlüksüz topraklarda da doğru ve dürüst gazeteci çıkmaz. Çünkü…

‘’(…)…(Hatta Onun gözünde), ‘cephedeki Mehmetçik ile Istanbul’daki gazetecinin hiçbir farkı yoktu(r)’. Mehmetçik şahsi menfaati için uğraşacak vakit bulamadığı gibi kendisi de gazetecilik ederken ‘yalnız ve yalnız milli gaye için pîr aşkına’ çalışmıştır.’’ (s.7)

‘’Atatürk’ün gazetecilere verdiği kıymeti, basın üzerindeki tesirini, güncel mevzulara dair direktiflerini okuyucularıyla paylaşır.’’ (s.8)

‘’Hatıratının iki yerinde ise Mustafa Kemal’in tekliflerine rağmen herhangi bir görev talep etmediğini, sadece kendisinden gazetesiyle ilgili direktif almak istediğini açıkça beyan eder.’’ (s.8)

‘’Türk ordusunun 9 Eylül 1922’deki zaferinin ardından Istanbul’dan kaçan Rum ve Ermeniler, Lozan anlaşmasından sonra, kanunsuz yollarla yurda geri dönerler. 1924 yılında Celal Nuri, bu geri dönüşlere kolaylık sağladıkları gerekçesiyle, isimleri yolsuzluğa karışan bazı milletvekillerini İleri gazetesinde beyan eder; Yunus Nadi, Kılıç Ali ve Ferid Beylerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını ister.’’ (s.12)

(Gazetecilik yapmak için.) ‘’Artist olmak (Bir ihtimal, sanatçı olmayı kastediyor. BN), yenilik yapmak, halka kendini beğendirmek, çok satmak gerekti.’’ (s.18)

‘’Suad başlıklı bir hikayemi Makam-ı Meşîhat (şeyhülislamlık makamı) ile Başkumandanlık muvafık bulmadıklarından başımıza az kalsın bir hayli bela gelecekti. Enver Paşa bütün mecmuada çalışanların cepheye gönderilmesini emretmiş. Fakat mürettiplerin, musahhihlerin, idarede çalışanların ne kabahati vardı? Asıl hikâyenin mesul muharriri bendim ve zaten cephede bulunuyordum. Hasılı Celal Nuri bir vasıta bularak Enver Paşa’yı teskin etmekle tehlike atlatılmış oldu.’’ (s.18)

(…) Malta’dan kurtulup Ankara’ya gittikten sonra artık Türk inkılap ve Cumhuriyeti’nin hararetli bir taraftarı oldu. İşte o vakitler pek haksız olarak kendisine ‘’dönek’’ dediler. Fakat Celal ile beraber herkes zaten dönmüş değil miydi?’’ (s.21)

‘’İlk gazeteciliğinde pek cesur olan Celal Nuri, sonraları vukuatın ve feleğin sillelerini yiye yiye uslanmış ve hatta ürkmüştü. Daha doğrusu gazetecilikten hevesini almış, kendisine başka gayeler bulmuştu.’’ (s.22)

Dün gece, Suphi Nuri İleri’nin Gazetecilik Hatırlarım (Çolpan Kitap, 2019-149 s.) başlıklı kitabını okumaya başladım. Yukarıda aktardığım satırların altını çizdim ve haliyle uykum kaçtı. Kitabı yayına hazırlayan İbrahim Özen ile S.N.İleri’nin matbuat dönemine ilişkin olarak yazdıkları Basın Tarihimizin bazı sayfalarını aydınlatırken, tahrifat, mesleki çarpıtmalar had safhada. Tek tek ele alınamayacak kadar çok. İleri, daha başlarda gazeteciliğin temel amacı olan hakikati araştırıp bulmak ve yayınlamak, kamu çıkarını savunmak, iktidarı eleştirmek gibi temel misyonlara hiç mi hiç değinmiyor bile. Varsa yoksa asker, devlet ve lider övgüsü, direktif dilenmek, hükümetle arayı iyi tutmak…
Mesele şahsi değil. Tek başına İleri ailesinin fertlerini tenkid ya da itham etmenin bir anlamı yok. Mesele çok daha derinlerde…

Altı asır boyunca Padişah’ın kulları olarak yaşamış bir toplumun, bir gecede bağımsız birey ve özgür yurttaş yaratması zaten beklenmezdi. Ama 96 yıldır da tık yok. Orta Asya’da elektrikler kesildiği için taşınmak zorunda kalan atalarımız, dıgıdık dıgıdık, kılıç zoruyla yağma ve talanla gelmişler kısrak başına. Oradan da gidiş-dönüş bir Konstantiniye-Viyana bileti almışlar. Dolayısıyla sürekli bir seferberlik hali. Bir türlü şöyle ayaklarını uzatıp rahat rahat oturamamışlar yerlerine. 1071’den beri süregelen bir geçiş süreci. Tabi bu arada sebze meyve filan yiyemediğin için bastır kebaba. Sürünün yarısı mangalda mefta. Kervan hep yolda düzülüyor. Çoğu zaman da fena üzülüyor.

Senden daha ileri Bizans’ın mülkünün üzerine çökünce ve senden önce buralı Rum’u, Ermeni’yi, Kürdü hakimiyet altına alınca durum pek istikrar kazanamıyor amirim! Benimsediğin dinin kitabı, sana ‘’Oku’’ demiş ama son harfini duymamışın galiba, ok ok diye tutturmuş, kılıç, kalkana sarılmışsın hep. Matbaa ile gazetenin bir kaç asırlık rötarı kimseyi pek rahatsız etmemiş.

‘’Çok seversen çok yalan söylersin’’ der Tori Amos, Jackie's Strength şarkısında. Osmanî Türkçe tercümesi ‘’Dinle, Allah’la, Tanrı’yla çok haşır neşir olursan aklın zayıflar’’ olmalı.

Gazetecilik, din gibi inançla ilgili bir alan değil. Olaya olguya, somuta odaklanacaksın, fikre, kanaata, yoruma değil. Hakikattir, olaydır, somuttur gazetecinin ana malzemesi.

Gazeteci, ne ilkokul öğretmeni ne de taşra politikacısı.

Le Monde’un kurucusu merhum Hubert Beuve-Méry çoktan söylemiş: Her ülke layık olduğu gazeteyi çıkarır. Onlara New York Times ya da Guardian bize Önce Vatan ya da Yeni Akit!.

Sultan 2. Mahmut başlatmıştı bizde resmi ajitasyon-propagandayı, 1.Recep sürdürüyor hala günümüzde.

Kimse alınmasın mesele hakikaten şahsi değil içtimaidir. İki elin parmak sayısı kadar işini yapmaya çalışan gazeteci yok değildir memlekette. Onlar da levanten ya da zenci konumunda. Silivri’ye gönderiliyorlar.

Çürük temele sağlam bina kurulmaz. Matbuat-basın-medyanın üç ayağı işveren/gazeteci/okur ya, al birini vur ikisine. Geri kalan ikisini de vur birbirine. Netice sıfır. Since 1831.

Nispi tahliller yapmayalım bu arada. Ne kadar ekmek o kadar köfte filan demeyelim. Çünkü köfte, köfte değil, ekmek de ekmek değil. Bu meslek, kuru fasulye pilav değil ki, garsona az kuru sipariş edesin.

Burdan şair çıkar, hikayeci çıkar, romancı çıkar da gazeteci çıkmaz. Çünkü burası acı duyguların diyarı. Geçmişte ve bugün hakikatle karşılaşmak, uğraşmak istemiyor bu ahali ve yöneticileri. İşte o zaman da layık olduğun gazete ve gazetecilerle yaşarsın. Ona da yaşamak denirse! 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi