Büyük yalanlar ve kir

Bir yalanı yaşamak ve onu kullanışlı hale getirmek kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bulduğumuz bahaneler, üzerine giydirdiğimiz “ulu” hedefler, daha büyük yalanları üzerimize boca edenler için bulunmaz bir nimete dönüşüyor

Gezi’nin üzerinden 10 yıl geçti. Gezi ayaklanmasını bastırabilmek, meşruluğunu kirletebilmek, gizli güçlerin organize ettiği duygusunu “kuşku” olarak ekmek ve nihayetinde algıları işgal edip, sömürmek bir strateji olarak uygulandı.

Bu stratejinin izlerini, Gezi’ye katılmış insanlarla aradan birkaç yıl geçtikten sonra sohbet ederken görmek beni şaşırtmıştı. Gezi’ye katılanlara bunun doğru olmadığını anlatmak gibi saçma bir çaba içerisinde bulmuştum kendimi. “Derin ellerin olmaması mümkün değil Abi” diyorlar ve meseleyi Soros’a bağlayan ara sözlerle, kuşkularını bir temele oturtmaya çalışıyorlardı.

Gezi’nin somut bir kazanıma dönüşmemesinden hareketle, iktidarın tüm gücüyle bu duyguyu besleyen saldırılar örgütlemesi, Gezi’ye dair şüpheler oluşmasına yol açmıştı. Zaten amaç da buydu. Yalan kazansın istiyordu iktidar. Yalanını zaferle taçlandırarak damgasını vurmak istiyordu. Elbette genel tabloyu tarif eden bir durum değil bu lakin yalanın nasıl kullanışlı bir araç olduğunu göstermesi açısından önemli. İktidarın kazanma hırsı toplumdan daha ilerideydi. Açılan davalar, yargılamalar, ev baskınları ve kaybettiği seçimi, bombalarla, kaosla tersine çevirmesi yenilgi duygusuyla birleştiğinde, insanların içinde yalanlara bir yer açmasını kaçınılmaz kılıyordu.

Medya gücü, satılık kalemlerin şakıyan dilleri ve en önemlisi Türkiye’nin entelektüel zemininin iktidara biçtiği rolün çökmesi ile aydın tutarlılığının ve güç karşısında direnç gösteren tutumunun parçalanması, tüm toplumu yalanlar karşısında savunmasız bırakmıştı.

Hakikati dile getirenler, gerçeği savunmanın cesaretini gösterenler, bu tablo içerisinde bedeli ağır bir sonuçla karşı karşıya kaldılar. Haklı olduklarını bilmenin cesareti, onu göze almakla mümkündü. Gezi davası ve bugün cezaevinde olan arkadaşlarımız bunu göze alarak, “gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır” sözünden hareketle, meşru olanı savundular. Onlar hala içeride ama gerçekler şimdi herkesin kulaklarında çınlıyor.

“Camide içki içtiler” yalanı şimdi bir kez daha gündemde. Bu sefer bu yalana karşı çıkan Bezmialem Valide Sultan Camii imamı olan Fuat Yıldırım’ın, aradan geçen 10 yılın ardından Gezeteci İsmail Saymaz’a anlattıklarıyla karşımızda.

Fuat Yıldırım, iktidarın yalanını yalanladığı için 5-6 kişinin saldırısına uğradığını, dönemin Milli Saraylar İradesi Başkanı Yasin Yıldız’ın ve ekibinin dışarıdan getirdiği boş bir bira tenekesini camii içinde gezdirip videosunu çektiğini, bu videonun Radikal Gazetesinden yayınlanışını ve dönemin Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın “camide içki içtiler” yalanı için kulağına eğilerek “Beyefendi böyle şeylerden hoşlanır” dediğini anlatıyor. (“Her Cuma, Google dan bir ayet bulup sallıyorum” diyen sözleri de bu yanıyla birbirine ne kadar da uyumlu değil mi?)

(https://www.sozcu.com.tr/2023/yazarlar/ismail-saymaz/sen-nasil-cumhurbaskanimizi-yalanlarsin-diye-dovduler-7656360/ )

“HAKİKAT ŞU ACI HAKİKAT”...

Beyefendi’nin hoşlandığı yalanı, tüm toplumun seveceği hale getirme ustalığı çok çarpıcı elbette.

1943 yılında, Adolf Hitler’in psikolojik profili üzerine bir çalışma isteyen CIA için, psikolog Walter Langer bir rapor hazırlar ve o raporunda önemli bir tespitte bulunur. Şöyle yazmaktadır Langer:

“…Başlıca kuralları şunlardı: halkın sakinleşmesine asla izin vermeyin; bir hatayı veya yanlışı asla kabul etmeyin; düşmanınızda bir miktar iyilik olabileceğini asla kabul etmeyin; alternatifler için asla yer bırakmayın; asla suçu kabul etme; her seferinde bir düşmana konsantre olun ve yanlış giden her şey için onu suçlayın; insanlar büyük bir yalana küçük olandan daha çabuk inanacaklar; ve yeterince sık tekrarlarsanız, insanlar er ya da geç buna inanacaktır…” ( Walter C. Langer. A Psychological Analysis of Adolph Hitler: His Life and Legend )

Hitler’in profiline dair psikolog Langer’in yaptığı tespitin, Erdoğan’ın fikri dünyasında yaşıyor olması şaşırtıcı değil artık kimse için.

Bu kadar yalana muhatap kalmak, hiç farkına varmadan onun araçlarını, yöntemlerini duygu ve fikri dünyamızda var etmemizi de beraberinde getiriyor.

Olmamış şeyleri olmuş gibi yazmak, yaşanmamış şeyleri yaşanmış gibi göstermek ve kendimiz gibi düşünmeyen, inanmayanları hedefe koyup, en ağır ifadelerle baskı altına alarak bundan medet ummak bu halin en net yansıması.

Bir yalanı yaşamak ve onu kullanışlı hale getirmek kadar tehlikeli bir şey yoktur oysa. Bulduğumuz bahaneler, üzerine giydirdiğimiz “ulu” hedefler, daha büyük yalanları üzerimize boca edenler için bulunmaz bir nimete dönüşüyor Kendine benzeştirdikçe güçleniyor yalan. Kendisine benzeştirdikçe, gerçeği, kullanışlı hale getiriyor ve böylece yalanı bir kültür olarak devretmiş olmanın sığınağında rahvan bir keyif sürüyor.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi