Fadıl Öztürk
Çok şey mi istiyoruz...
Onlar iktidarda kalmak ve sömürü düzenlerini sürdürmek için bizimle uğraşmayı kendilerine iş yaptılar, biz de karınca kararınca onların zulmüne teslim olmamayı iş yaptık kendimize. Meslekleri tek tek sıralamayayım, her birimizin hayatını idame ettiği bir işi vardı. Köyde yaşayanların ekip biçmek ve hayvancılıkla uğraşmak gibi, şehirlerde yaşayanların da evine ekmek götürdükleri birer mesleği vardı...
Direnmeyi iktidarın iflah olmaz baskıları karşısında meslek yaptık çoğumuz. Üstelik bunu keyfimizden değil daha iyi yaşamak için yaptık, yapıyoruz. Sokakta gaz yiyerek, tazyikli suyla ıslatılarak, yaka paça sürüklenip araçlara bindirilerek karakollara götürülerek yeni bir meslek edindik her birimiz.
Bu mesleğin okul kayıt belgesi gözaltında alınan ifade tutanakları, mezuniyet belgeleri ve diplomaları mahkemelerin hazırladıkları iddianamelerle verilen mahkûmiyet kararları oldu. Özgür bir dünya ülkesinde iş bulma kapıları bize sonuna kadar açık olacak elbet. Bu meslek gurubu sadece bizde yaratılmadı. Zulme uğrayan dünyanın yedi bucağında direnişi bir iş kolu haline getiren binlerce insan direnmeyi kendine meslek olarak seçti. Bu direnişler eve ekmek götürmek, çocuğunu daha iyi bir okula yollamak için parayla, pulla, zorlamayla yapılmıyor. Geleceğe umut götürmek için gönüllü yapılıyor.
Bu iş kolunun ders veren hocaları ise her eylemde burnumuzun dibine dikilen devletin her kademedeki kolluk kuvvetleridir. Bizim bir türlü onların baskılarından ders almamamız kalın kafalı olduğumuzdan değil elbet. Kafamız gözümüz yarıla yarıla bu derslere girip çıktığımız bilinmeyen bir şey değil.
Karakoldaki sınavlardan çoğumuz kalıyoruz her seferinde. Kalanlar bir türlü bitmeyen mahkemelerde tekrar tekrar sınavlara çıkarılıyor. Savcı ve hâkimler istedikleri cevabı bizden alamayınca moralleri bozuluyor, iktidara ters düşmemek ücra bir köşeye tayin edilmemek için o moral bozukluğuyla mesleklerini icra ediyorlar. Her türden direniş devlet görevlerini yapanları kendi derdine düşürerek turnusol kâğıdı işlevi görüyor.
Bu direniş okullarında yatılı okuyanların daha ceza almamışlarına tutuklu, cezası onaylanana hükümlü deniyor. Teneffüslerinin adı havalandırmaya çıkmaktır, yatakhanelerine koğuş ya da hücre denir. İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye mektuplar yollanır. Direniş okullarında yollanan o mektuplarda sabır ve iyilik dilenir, bir gün kavuşmak düşer kalemlerin ucundan beyaz kağıtların göğsüne. Kâğıt yaralı bir ağaç gibi gidip bulur onları. Dalları satırlardır, meyveleri özlem, gölgesine bir insan sığmasa da serinlik olur onu açıp okuyana.
Bizim gibi ülkelerde kimin ne zaman başlayacağı ne zaman bitireceğini kendisinin belirlemediği direnme okuludur burası. Okula başlama yaşı yoktur bu okullarda. Annesi ya da babası tutuklanmış çocuk da o okulun öğrencisidir, yaşını başını almış anne ve baba da. Yakınlarının akıbetiyle ilgilenirken dışardan bitirirler bu direniş okullarını.
Bizim gibi ülkelerde kimsenin devlet yoklamasında kendini ‘yok’ yazdırma şansı yoktur. Kızar devlet, hiddetlenir, art arda ev baskınları yapar. Konu komşuyu ihbara zorlar, ödül koyar yoklamadan kaçanların başına. Sonunda onu saklandığı yerden bulup mahkeme karşısına çıkararak ‘buradayım’ dedirtir firarı kendine master tezi yapmak isteyenlere. Bir yolunu bulup soluğu yurt dışında alanların peşini de kolay kolay bırakmaz, kırmızı bültenle arar, yakaladığı ülkeden korsan bir biçimde geri kaçırır. Velhasıl bu durumlarda direnmek öyle bir şeydir ki ne yazılmış bir kitabı vardır ne de zor anlarda danışılacak bir bileni. Sonunda birçok şeye muhtaç etse de direnene verdiği kararda ısrar etmek dışında başka bir seçenek bırakmaz...
Suçu kısa varlığı devlete ağır gelenleri yakaladığında bir daha bırakmaz dışarı. O durumda gizli tanıklar koşarlar devletlerinin yardımına. Bu direniş okulunda gizli tanıklar tırnak kontrolünde ilk sınıfta kalacak olanlardan seçilir, hal ve gidişleri zayıftır onların, ne yiyip ne giydiklerini, nerede kaldıklarını devlet dışında kimse bilmez. Yaşarken kendi ipini çekmiş aramızda dolaşan ölülerdir onlar.
Yaptıklarıyla öyle bir hale getirdiler ki bizleri, en iyisinden ‘bunlar gitse de asıl işimize dönsek’ demek geçiyor içimizden. Bu kadar hoşgörüyü hala barındırıyoruz içimizde hem de onlar bize bir gram hoşgörü göstermedikleri halde.
Siyasi tutsaklar özgürlüğüne kavuşsun, kürsüsü alınmış üniversite hocaları kürsülerine kavuşsun, KHK ile görevinden alınmışlar, yerine kayyum atanmış belediye başkanları ve meclis üyeleri görevlerine iade edilsin, anadilimizdeki tabelalar tekrar yerine takılsın. Gazeteciler sürgünden dönüp haberlerini özgürce yapsın, yönetmenler filmlerini çeksin, her dilde romanlar yazsın yazarlar, şairler iki dizeyle gelip cümle kapımıza otursun, şarkıların önü kesilmesin. Tiyatro salonları yeni oyunlarla dolup boşalsın. Özgürlük heykelleri ağaçlar gibi dikilsin parklara. Her çocuk doğar doğmaz anne memesine saldırsın ve bu saldırıya değil karşı durmak düğmeler sonuna kadar açılsın. Depremlerde, çığ düşmelerinde kimse ölmesin. ‘İşsizim, çocuklarım aç’ diye kimse kendini devlet makamının önünde yakmasın. Komşu ülkelere işgale yollanmış askerler evlerine geri dönsün. Bir çatışmayla ölü haberleri gelip oturduğu evi bulmasın. Hiçbir anne, baba ve kardeşin gözü dağ yollarında kalmasın. Kalmasın kimsenin kimsede hakkı.
Çok şey mi istiyoruz...