Darbelerin benden götürdükleri, pandomim ve sürgünde aşk!..

Anılarımı yazmaya başladım. Başta annem ve eşim Hilal olmak üzere çok istediler bunu, o yüzden suçlu iki kadın. Tabii ki iki kadın, erkek halimle ben suçlu olacak değilim ya.

Bu kadar uzun başlık mı olur diyebilirsiniz ama ben başıma öyle bir bela aldım ki, bu belanın yanında başlığın lafı bile olmaz. Yine "İnsan bile bile başına nasıl bela alır, sen mazoşist misin, alma o zaman" diyebilirsiniz ama olmaz, bunu er yada geç yapmalıydım. O yüzden bu yazılar çok ama çok uzun olacak, belki Celal Başlangıç tatilden geldiğinde konuşurum da Çarşamba -Cumartesi yazı günlerim haricinde bir üçüncü gün verirler bana ve anılarımı pehlivan tefrikası gibi yazabilirim.

Gerçi geçen hafta 7 ayda üçüncü kez hastaneye yattım ve doktor kesin kilo vermemi söyledi ve kalp ağrılarımın kilodan olduğunu belirtti, o yüzden yazılar, yani kitap bittiğinde artık pehlivan olmayabilirim. Evet, yanlış okumadınız, anılarımı yazmaya başladım. Başta annem ve eşim Hilal olmak üzere çok istediler bunu, o yüzden suçlu iki kadın. Tabii ki iki kadın, erkek halimle ben suçlu olacak değilim ya.

Annemin ısrarını yada onun yaşındakilerininkini çok iyi anlıyorum, kimi yazsa da kendi yazamadıklarını benim anılarımda görmek istiyor, kimi de yazdıklarımın bir kısmını yalanlamak için zaman kolluyor. Bu piyasa böyledir biraz. Sevgili Özdemir İnce yapmıştı bunu bana, Rimbaud'un Mektupları'nı yayınlamıştım, Ankara TÜYAP Kitap Fuarı öncesi karşılaştık ve bana "Kitap hakkında öyle bir yazı yazdım ki, bu hafta fuarla beraber Varlık Dergisi'nde çıkacak" dedi. Fuar alanına gittim, kitap dizmeden Varlık standından dergiyi aldım ki, o yazıyı okuyan bir daha Düşün Yayınevi'nden kitap almaz, bırakın Rimbaud'un Mektupları'nı okumayı. Detaylarını ileride yazacağım ama kısaca şunu söyleyeyim, kitabın çevirmeni Tahsin Saraç'tı ve liseden İnce'nin Fransızca öğretmeniydi. Bunu neden yazdım, anılarda isim vermekten kaçınmayacağım, konular veremeyeceğim gibiyse hiç yazmamaya çalışacağım.

Evet, ikinci suçlu eşim Hilal, hem de onun suçu çok ama çok büyük. Birincisi beraberliğimiz başladığından beri inatla anılarımı yazmamı istiyor. İkincisi beraberliğimizin 5. yılındayız ve bir hesaplaşmayla karşı karşıyayız. Yanlış anlamayın, bu hesaplaşma ayrılık yada beraberlik hesaplaşması değil, sevgimiz tıkırında ama Hilal geçen hafta o "Osman Abi'nin Peyniri" yazısını yazınca işler biraz değişti. Hilal o yazısında en yakın tanıdığı 78 kuşağını eleştirdi. İşte ben, çocuklarımın annesi de olsa bunun hesabını sormak zorundayım, burnundan fitil fitil getirmeliyim, görsün bakalım 78'li aşık yada koca nasıl olunuyormuş.

Evet, Hilal'in yazısını okuyunca bizim kuşağın hiç kendisiyle yada yaptığı siyasetle hesaplaşmadığını gördüm. Esasında biliyordum ve hep söylerdim "Arkadaşlar, biz nasıl bu duruma geldik" diye ama sadece söylerdim. Bunu söylemeden önce kendimin kendisiyle hesaplaşması gerekiyordu. Bunu anıları yazarak yapmaya karar verdim. Anıların sonunda risk büyük, aşkım Hilal bana "Senin istediğin sen bu mu, hadi anca gidersin" de diyebilir, "Canım, işte sevdiğim, düşlediğim insan bu, hadi daha 80'nine yeni girdin, 1 çocuk yapalım" da diyebilir. Daha 60'ımı yeni bitirdim, babam 60'ını bitirdiğinde ben 20 gün öncesi rüştümü ispat etmiş ve kendimi bir bok sanmaya başlamıştım. Babam 60'ını aştığında namı Türkiye'yi aşmıştı, ben de sayamadığım darbeler sayesinde 3. kez Türkiye'yi aştım ve buralardayım.

Anılarıma ağabeyim Ali'den koparılışımı anlatarak başlayacağım, nedeni Ali'nin yeni ve çok önemli bir ödül alması. Neler hissedebildim, neler hissedemedim yada niye bazı şeyleri artık hissedemiyorum, darbe nasıl bir aileyi hem birbirine hâlâ aşık ama bir o kadar da kopuk duruma getiriyor, Neden birimiz hastayken telefon açıp "Kardeşim, hiç halim yok, bana bir ilaç alıp gelebilir misin" diyemedik. Ben, Ali, Mehmet ve Ahmet Altan, Emre ve Hayrettin Belli yada sadece sosyalist olan Türkiyeli aileler işkencelerde öldürülen Cizreli, Şırnaklı ailelerden ne kadar farklı büyüdük.

Geçen hafta 3 kişi kuvvetli bir tartışma yaşadık. Önceki gece sorunu madde madde yazdım. Aklımca işi düzelteceğim, ne de olsa ben 78 kuşağıyım ve bu işi iyi bilirim. Ama unuttum, karşımdakilerden birisi de benim kuşağımdan, sadece birimiz 2 yaş büyük. İyi ki yazdığım 4 sayfayı göndermemişim, o da bana benim yazdıklarımdan habersiz bişeyler yazmış. Baştan başa beni suçluyor. Çok ama çok kızdım ve hemen kendi yazdıklarımı tekrar okumaya başladım, kendimce ekler yapıp canına okuyacağım. Abovvv, onun yazdıkları benimkiler yanında sudan çıkmış ak kaşık. Ben 10 maddede onu suçluyorum, o da bana 5 yada 10 maddede yanıt veriyor ve ben suçluyum. İşte bu kitaba başlamamın bir nedeni de sevgili yoldaşıma yazdığım yazı ve aldığım yanıt. İkimiz de "Şurada sen haklısın" demeyi öğrenmeliyiz. Başka türlü zeki, çalışkan ve yerinde sayan bir nesil olmakta kimse bizi geçemez.

(Bu horozla aynı zamanda Marilyn Monroe adında bir keçi, Sultan adında da bir İnek vardı. Babam hangisini severse, diğerleri birbirine yada babama saldırırdı. Bu horozun neden adı olmadı, bilmiyorum. Bu foto ya bana yada İsa Çelik'e ait. Bu horozun babama saldırırken de bir fotoğrafını çektim ve Adam Yayınları'nda çıkan Hayvan Deyip de Geçme kitabının arkasında yayınlandı.)

Anılarımda ne annemden, ne ağabeyimden, ne eşimden, ne yoldaşlarımdan özür beklemek gibi bir niyetim yok. Onlara karşı yaptıklarımdan dolayı özür de dilemeyeceğim, sadece kendimle hesaplaşacağım, kendimle hesaplaşmadan özür dilemenin o hatayı tekrar yapmak olduğunu anladım artık.

Yakalanırsam idam edilir miyim endişesiyle geçti gençliğim, şimdi yakalanıp da idam cezası almış ve yıllarca sıra gelecek mi diye beklemiş yoldaşlarımla hâlâ beraberim. Onlar yıllarca 10 metre karede volta attılar, ben İskoçya'daki odamda yatağı yere koydum, çünkü ayaklı yatak girince kapı açılmıyordu ve orada 6 ay kaldım. Ali Fransa'dan beni ziyarete geldiğinde, o arkadaşıyla yatağa oturmazsa ben yemek yapamıyordum ve gece Azeri arkadaşlarımda kalıyordum. Onlar komün yaşamıyla yıllarını paylaştılar, Ali üniversitesini Paris'te işgal evinde bitirdi.

Neyse, bu bölümü güzel bitireyim. Ali bana geldiğinde Pazar günü Azeri arkadaşlar öğlen yemeğine çağırdılar. Misafir ya, ilk yemek ona verilecek ve Resul Ali'ye döndü ve "Ali gardaş, etini sümüklü yirsin, yoksa sümüksüz?" Bu konularda benden daha dayanıklı olan ve beni kızdırmak istediğinde tırnaklarını duvara sürten Ali'nin suratını görmeliydiniz. Tabii durum sadece Ali olsa iyi, bir de bunu arkadaşına çevirecek. Sümük Azerice kemik demek de ama ben gülmekten yanıtlayamıyorum ki.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Nesin Arşivi