Demokrasi menajerliği

Dikkati yönlendirerek insanları denetlemek popülizmin başarıyla kullandığı bir menajerlik başarısı... Özellikle ırkçılık ve kutsal da öfkeyi kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışır.


Psikanaliz üzerine yazmaya başladığım yazıların çoğu, politika alanına kayıyor. Thomas Gutknecht (Mut und Mass statt Wut und Hass) kamusal alanda, medyada fikrini açıklayan bir filozofun artık daha çok politik bir yönünün öne çıktığını; gerçeğin peşinde olmaktan ziyade, gücün peşine takıldığını belirtiyor. İnsanların dünyadaki konumlarını ifade etmeleri, bu politik bile olsa, sanıyorum bir sorun değil. Ancak benim gibi devam ederlerse, bu durum bir soruna dönüşebilir. Psikanalizi aldatma gibi bir hal bu.

Rainer Mausfeld, Warum schweigen die Lämmer (Kuzular Neden Sessizler) adlı eserinde “demokrasi menajerliği” kavramını kullanıyor. Kapitalizmi eleştirdiği bu kapsamlı çalışmasında, demokrasinin sorunlarını ve onu bir oyun gibi işleyen bir organizasyon olarak tanımlıyor; bu oyunun düzenleyicilerine de “demokrasi menajerleri” diyor. Bu yazıda, Mausfeld’in kitabında ele aldığı konuların Türkiye’ye uygun taraflarını göreceksiniz. Onlarca yılda geliştirilen bu sistem, on binlerce insanın öldüğü savaşları bile halkın gözünde bilişsel ve ahlaki olarak görünmez kılabiliyor. Bu sistemin başarısı açıkta olanı görünmez kılmasıdır. Sistemin görünen yüzünde ise, bu ölümlerin gerekliliği/haklılığı halka anlatılır ve anlatma aslında bir dayatmadır. Bu nedenle, halk devletlerin kirli işlerine gönülden destek verir. On binlerce insanın öldüğü hangi konuda haklılık olabilir ki?

Bu kirli işleri yapanlar, bu uygulamalara halkın onayını da seçim yoluyla alır. Yani halk, seçme hakkını kullanarak bu düzenin sürmesine ahlaki bir onay verir ve böylece ölümler meşrulaştırılmış olur. Eğer bu bir oyun ise, her oyunda olduğu gibi bu oyunun da izleyicisi vardır ve bu izleyici halktır. Temsili demokrasi, aslında bir “izleyici demokrasisi”dir de. İktidar genellikle basını kullanarak ölümleri kahramanlık hikayeleri, vatan, millet ve şehitlik endüstrisinin anlatılarıyla süsler. Marilyn Monroe Vietnam’da Amerikan askerlerine o bilenen bakışı ve gülümsemesiyle vatanı korumayı anlatıyordu. Amerika nere Vietnam nere... Ölümlerin acısı ve sessizliği bu anlatılarla, marşlarla örtülür; ölümün soğukluğu ve ürkütücülüğü ise şehitlik anlatılarıyla görünmez hale getirilir.

Dil, insanları manipüle etmenin en güçlü araçlarından biridir. Örneğin “reform” sözcüğü yenilik ve düzeltme anlamına gelir, ancak son yıllarda yapılan reformlardan hangisi hayatımızı iyileştirdi? Zamlar, “fiyat düzenlemesi” olarak yutturuluyor; olumsuz uygulamalar, olumlu çağrışımlı metaforlarla gizleniyor. Aynı zamanda insanlar, günümüzde yoğun bir enformasyon sağanağına maruz kalıyor. Bu kadar çok bilginin algılanması, bağlantıların kurulması ve ulusal ya da küresel çerçevesinin anlaşılması neredeyse imkânsız. Bu imkânsızlık içinde, insanlar kendilerine güvenilir gördükleri politikacılar, partiler veya gazeteciler üzerinden bir yargıya ulaşıyorlar. Böylece, fikirler bile bir “izleyici demokrasisi” bağlamında şekilleniyor. Bu durumda, güvenilirlik en güçlü sembolik sermaye haline geliyor; politik skandallar, çıkar ilişkileri, bu sermayenin anaparası gibi işliyor.

İzleyici demokrasisi propagandayla ayakta kalır. Propaganda, insanların muhakeme yeteneğini bulandırmayı amaçlar; genelde kandırmaya yöneliktir. Günümüzde insanları rasyonel gerekçelerle değil, duygular üzerinden ikna etmek daha yaygın. Bir fikir duygusal bir çerçevede sunulduğunda, bunu rasyonel argümanlarla değiştirmek zorlaşır. Popülizmin başarısı da burada yatar. Mausfeld, medyanın bu tür manipülasyonlarda nasıl kullanıldığını örneklerle açıklar. Örneğin, bir bilimsel veri “şahsi fikir” olarak etiketlenip etkisiz hale getirilebilir. Bir tartışmada, ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonraki savaşlarında milyonlarca insanın ölümünden bahsedildiğinde, bir popülist gazeteci, bunu sadece bir “şahsi görüş” olarak tanımlayarak geçiştirebilir. Tartışmalarda böyle gerçekler, fikir olarak etiketlenip kenara itiliyor, oysa bu veriler başka verilerle çürütülebilir. Böyle bir iddiaya yanıt bu sayıların, ya da yapılan savaşların yanlış olduğunu kanıtlamak biçiminde olur. Öyle olmadı. ‘Şahsi fikrim, ya da benim fikrim saygı duy’la meseleler hallediliyor ve televizyon düelloları kazanılıyor...

Deprem sonrası çadırlar konusunda bir uzman devleti eleştirirken istatistikler ve veriler sunuyor. Yandaş medyadaki bu verileri hileli bir şekilde dönüştürüyor ‘bu sizin fikriniz, saygı duyuyorum ama benim fikrim de’ diye başlıyor ve sonra kendi masalını anlatıyor. Buradaki belge/veri. Ama bu verinin ‘fikir’ olduğu söyleniyor. Fikir bu veri üzerine oturtulan ya da başka verilerle ilişkilendiren anlatıya dönüşüyor. Anlamını yitiriyor. Yani veriyi ‘fikir’ diyerek kenara itmek inkardır aslında. Bir veri başka verilerle zayıflatılabilir ve genelleme zorlaşır. Bu manipülasyonu yapan gazeteci bu kirli oyunda kendisini de üste koyuyor ve fikirlere saygı duyduğunu söylüyor. Yani elinde veri olmayan, belge olamayan kişi daha haklı bir pozisyonda, üstenci konuşuyor ve saygılı, özgürlükçü konumuna geliyor. Biri verilerle, istatistiklerle olayı gerekçelendirirken diğerini olayı masal anlatısına getirerek iki insan arasındaki fikir tartışması gibi sunuyor. Bu tartışmada verilerle konuşan kişinin biraz sonra çıldırma haline geldiğini takdir edebiliyorsunuz. Popülist yandaş gazeteci de demokrat, anlayışlı pozunda kalıyor. Haklı olanın yenildiği duygusu veren bir sahne.

Bir fotoğrafta yıkılan binalar var. Olayın tanığı durumun vahametini anlatırken yandaş gazeteci konuşmaya giriyor, ‘bir soru sorabilir miyim?' Burada mesele soruyla konuyu genişletmek, açıklamalar almak değil konuyu/konuşmacının dikkatini dağıtmak. Söz alarak konuyu bilgilendirmeden tartışmaya dönüştürüyor, yani müsamere devam ediyor. Sonra da yandaş gazeteci konuyu bağlamından kopararak ama konuyla da bir ilişki kurarak soruyor, ‘bu fotoğraf nerede çekildi’? Burada konuyla ilgili tek bağlantı fotoğraf ama konu fotoğrafın sunduğu görüntü değil. Konu depremden, ölenlerden başka yana kayıyor. Fotoğraf nerde çekildi, ne zaman ve kim çekti... Sanki fotoğraf sergisindeyiz... Bu popülizmin dikkati dağıtma tekniğidir... Dikkati yönlendirerek insanları denetlemek popülizmin başarıyla kullandığı bir menajerlik başarısı... Özellikle ırkçılık ve kutsal da öfkeyi kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışır. Irkçılık öfke politikasıdır. Bu nedenle toplumda öfke uyandıracak konuları daha da abartarak ve duygusallaştırarak öfkeye transforme de eder ve sonra bunu üzerine politika oluşturur. Öfke en ucuz ama en kullanışlı sermayedir... Hokus pokus yapanlar şapkalarından olmayan tavşanı çıkarmazlar. Dikkati başka yöne çekerek insanı manipüle etmeyi başarırlar. Manipülasyon sürecinde, tartışmalar dar bir alana hapsedilip ayrıntılara boğulur. Konu dağıtılarak, sonunda devletin ya da hükümetin “ne kadar fedakâr olduğu” anlatısıyla sonuçlanır. Bu, izleyicilerin muhakeme yeteneğinin manipüle eder. Toplumdaki normlar bu tartışmalarda geçerli değil. Mesela yalan söylememek insanlık tarihi boyunca kabul gören bir norm. Bu tartışmalarda önceden belirlenen başka normlar var. Bu normun belirlenme kriterleri keyfi=iktidara yararlı. Bu medya anlatılarında, normu belirleyenlerin keyfi kriterleri geçerlidir, mesela ‘amaca ulaşmak için yalan söylemek mübahtır’ gibi. Norm belirleme gücüne sahip olanlar, neyin norm dışı olduğunu belirlemekle kalmaz, mesela kimin “radikal” olduğunu da tanımlarlar.

Bu durumun bir diğer yanı, bilinçli olarak abartılan öz değerlendirmelerdir (refleksiyon). “Dünyanın en güçlü ülkesi” gibi sorgulanmadan kabul edilen anlatılar, toplumdaki acımasızlıkları gizler ve insanlara yücelik ve muhteşemlik duygusu verir. İşte bu üstünlük duygusuna için ödenen faturadır aslında inanılan yalan. Yoksulluk emperyal güce sahip bir ülke olma hayaline ödenen ve bu nedenle yapılması kaçınılmaz fedakarlıktır. Yoksul yoksulluğunu ülke için fedakârlık ve yaşadığı yoksulluğu da kahramanlık sayar. Bir ülkede yoksulluk konuşulması gerektiği gibi konuşulmayarak adeta görünmez kılınır... Bu ülkede yoksulluk değil de halkın büyük ülke olabilmek için yaşadığı bir seferberlik hali var yani. Bu acımasızlıktır. Cennet gibi bir ülke anlatısı, yoksulluk, şiddet, zulüm gibi gerçekleri örtbas eder. Eleştiri de zaten vatan hainlerinin uydurması, ülkenin itibarını zedelemek için yaptıkları hainliktir. Yoksulluk hayallerle gizlenebilir bir şey değil. İşte bu yalanlarla kurulan bu bina yıkılmasın diye kişi durumu kendisine bir psikolojik savunma mekanizması olan rasyonelleştirmeyle rahatlama sağlar: “bu kadar kusur kadı kızında da olur” gibi deyimlerle geçiştirir. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Koyun saydıklarımızın ‘koyun’ olabilmek için bile çaba gösterdikleri, daha doğrusu koyunluğa zorlandıklarını söylemeyi deniyorum. Yani bu ülkede koyun olmamanın imansızlığı... Çoğumuzun benzer mekanizmalarla bazı durumlarda koyun olmaktan kaçınamayacağımızı yazıyorum. Birilerine koyun demek, koyun saymak da kendi koyunluğumuzun projeksiyonu olabiliyor yani. Böylesine sistematik, sürekli sembolik saldırılara direnebilmenin zorluğu. Bu durumu eleştirenler, demokrasi menajerleri tarafından “demokrasi düşmanı” olarak lanse ediliyor.

Halk koyun mudur?

Özgürlüğün insanı cezbeden bir yanı vardır. La Boetie, 1549’da yazdığı Gönüllü Kulluk Üzerine= Von der freiwilligen Knechtschaft des Menschen adlı eserinde de bu ayartıcılığa değinir. Özgürlük vaadi sunan ideolojileri insanlara çekici geliyor. Eskiden bebekler kundaklanırdı, hareket alanları sınırlandırılırdı. Bebekler, ellerini ve ayaklarını serbest bırakabilmek için kendilerinden beklenmeyecek bir direnç gösterirlerdi. Psikanaliz eğitimim sırasında, bazı ailelerin, bebeklerin yüzlerini çizmemesi için ellerine eldiven giydirdiğine tanık oldum. Bu eldivenler, bebekler için birer kelepçe gibi algılanıyor ve bebekler kendilerini kurtarmak için içgüdüsel bir isyan sergiliyordu. Bebekler kısıtlanmaya direniyorlar. Sanırım özgürlük, insanın en temel gereksinimlerinden biri.

Özgürlük fikri, insana hareket alanı açarken, aynı zamanda bu alanı sınırlar. Her bireyin özgürlüğü, diğerinin özgürlük sınırına kadar; bu anlamda özgürlük aynı zamanda bir sınırla(n)madır. Özgürlüğün sınırlayıcı doğası, zenginlerin ve olanaklara sahip bireylerin de özgürlüklerinin kısıtlanabileceğini ima eder/umudunu doğurur. Böylece, özgürlük alanları bir eşitlik duygusu da yaratabilir. Özgürlük alanları eşitliğin olabileceği alanlar olabilir. Demokrasiler de halka özgürlük vaat eder ve seçimler bu özgürlüğü meşrulaştırma araçlarıdır. Diktatörlükler bile seçim tiyatrosuna başvurur, çünkü seçmenin özgür iradesiyle seçtiği algısı, iktidarı meşrulaştırır. Demokrasi istediğini seçme hakkıyla özgürlük vaat eder. Aynı zamanda herkesin bir oyu var. Bu zenginle yoksulu, kadınla erkeği, kentliyle köylüyü eşitler. Yani demokrasi eşitlik ve özgürlük sunar gibi. Gibi çünkü bu özgür irade çoğu zaman manipüle edilir. Y. Demirören’in de benim de bir oyum var eşitiz. O da ben de istediğimi seçebiliriz. Teorik olarak bu kulağa hoş gelir ama gerçeklik çok farklı. Gücü elinde tutanlar aynı zamanda anlatmaya çalıştığım manipüle mekanizmalarına da sahipler. Ayrıca güçlü olanların yalan söyleme ve bu yalanı halka ulaştırma imkanları var. En önemlisi de yalanlara inandırma tekniklerini yaygın bir şekilde kullanabiliyorlar. Yani en inanılmaz yalana bile inandırma imanları var. İktidarın, Türkiye’nin dünya üzerinde büyük bir korku yarattığına ve Erdoğan’ın “kabadayılığıyla” diğer ülkeleri korkuttuğuna dair bir anlatı sunuluyor; Avrupa’da insanların açlıktan öldüğüne dair yanlış inançlar yayılıyor. Bu şekilde manipüle edilen halk, “özgür iradesiyle” oy verir hale geliyor. Seçimler yoluyla elinde bir güç olduğunu sanır halk... İşte birkaç yılda bir eline geçirdiğini sandığı bu güç aslında halkı iktidardan uzak da tutar. Yani birçok yerde politika konuşan insanlar sadece politika konuşurlar ve kendilerini politikanın içinde sayarlar. Halbuki bu sistem halka sınırlı ve izin verdiği alanlarda politika konuşma izni verir ve aynı zamanda halkı politik pasifleştirir. Halkın eylemsizliği, örgütsüzlüğü arada bir bireysel cinnet geçirme biçimindeki tepkileri saymazsak...

Günümüzde her gün sosyal medyada kıyametlerin koptuğu ama herkesin rahat olduğu bir dönem yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız düzenin görünen en büyük başarısı sistemin sorgulanmasını gündem yapmamasıdır. Yaşadığımız hoşnutsuzluğu bulduğumuz açıklama Erdoğan’ın kötü yöneticiliği, Atatürk’ün eksikliği. Yani sistem harika da bir/birkaç yöneticinin beceriksizliği yüzünden kötü durumdayız. Yani bu düzen sınıfsal olanı muhteşem gizleme yeteneğine sahip.

Homeros’tan bu yana kullanılan ve halkla yöneticiler arasındaki ilişkiyi anlatan koyun ve çoban metaforudur. Bu ilişkide halk koyun, yönetenler ise çoban olarak tanımlanır. Peter Sloterdijk (Zorn und Zeit) tek tanrılı dinlerin tanrısının da sadece yaratıcı olmayıp aynı zamanda kullarını koruyan, kollayan olduğunu yazar. Sadece tanrı yaratmıyor ne yaptıklarına da bakıyor, kaydediyor ve sonsuza kadar kullarına refakat de ediyor. Kulların çobanıdır tanrı adeta. Çoban metaforu Türkiye’de “Çoban Sülü” lakabıyla Süleyman Demirel aracılığıyla da toplumda bir kabul gördü. Ancak Mausfeld, bu metaforun ardında gizlenen asıl soruna dikkat çeker: Çobanlar koyunlara değil, sürünün sahibine hesap verir. Bu metafor, seçimler yoluyla halkın çobana hesap sorduğu yanılsamasını yaratır, oysa sürünün asıl sahibi ortalıkta yoktur. Senaryoyu yazan, oyunun rejisörü ve yapımcısının görünmediği bir oyun biraz da. Parlamenter demokrasi işte bu oyunda özgürlük gibi temel gereksinimi giderebilmek için özgürlük değil de özgürlük duygusu sunar. Gerçekte, uluslararası sermaye elitleri ve demokratik strüktürleri olmayan büyük şirketler bu sahnede rol alır, senaryoyu yazar ve sahneyi yönetir. Parlamenter demokrasi, bu oyunda gerçek bir özgürlük değil, özgürlük hissi sunar. Ülkenin en ücra köşesindeki bir seçmen, küresel oyunda belirleyici olduğu yanılsamasını yaşar ve kendisini etkili sanır. Halk olan yasalara uyarken uluslararası sermeyenin uymak zorunda olduğu bir yasa yok. Ulusal yasalarla denetlemek imkânsız gibi. Küreselleşmeyle daha da bariz bir biçimde görünen bir durum var: Büyük firmalar yasalar üstü bir durumdalar ve ulusal yasaların hesap sorma yetkilerinin dışındalar çoğu kez. Yani serbest piyasa denilen olgu kapitalizmi sorumluluk dışı tutuyor ve bir nevi görünmez de kılıyor.

Bu özgürlük duygusunun inandırıcılığı, bazen yerel (ve son yıllarda “yerli ve milli” olarak tanımlanan) sorunların çözülmesiyle güçlendirilir. Bu yanılsamayı sürdürebilmek, yalanın politik bir araç olarak etkin kullanımıyla sağlanır. Yalan etkili politik bir araçtır... Politik yalanlar yalnızca seçmeni yanıltmak için değil; belirsizlik yaratıp doğru söyleyenlere de şüpheyle bakılmasını sağlamak için söylenir. Yalanın amacı, zihinsel karışıklık yaratarak halkın güvensizliğini artırmaktır. Bu strateji, halkın gerçeği ayırt edememesine ve politik düzlemde manipüle edilebilir hale gelmesine yol açar.

Mahkûm hikayelerinden öğrendik. İnsanlar tutsakken, hapisteyken bile bir mahrem alanın mücadelesini veriyor. İnsanın bir zulasının olması, sadece kendisine ait bir mahrem alanın olması en insani gereksinimi. İnsanın iç dünyasının istilası içimizdeki o mahram alanın dağıtılması anlamına geliyor. Kameralar, internet, insanların karşılıklı birbirlerini denetlemeleri... Devlet kaç kez hasta olduğumu, ne zaman nereye yolculuk yaptığımı, nerede benzin aldığımı, yolculuk için bilete ne kadar ödediğimi biliyor... Bütün bunlar da güvenlik için, çok pratik ve hızlı olduğu için yapılıyor. En insani temel gereksinimin ortadan kalkmasının insanı psikolojik bir harabeye dönüştürmesinin yansıra gereksinimi giderilemeyen insanlar öfke yumağına dönüşebiliyor. Ve mahrem bilgilerimiz büyük internet şirketlerinin sermayesi de oluyor. Phlipp Staab (Digital Kapitalismus) insana ait bilgilerin bir fiyatının olduğunu yazar ve bunu da ‘dijital kapitalizm’ olarak tanımlar.

İç dünyanın istilası

Yalan, başlangıçta yalan olarak algılanmaz. Toplumsal hiyerarşide belirli pozisyonlar güven duygusu yaratır; örneğin, bir satıcının alıcıyı aldatabileceğini düşünebiliriz, ancak bir vali, bakan ya da cumhurbaşkanının yalan söylemeyeceği kanısı vardır. Bu konumda olan insanların yalan söylemeyeceğine dair inanç, yalanın tespitini zorlaştırır... Yalan önce yalan olarak deşifre edilemez. Böylece yalan bir süre sonra gerçeği de anlamsız hale getirir; bilinen yapıların çözülmesini (yalan/doğru, güvenilir/güvenilmez) sağlar. Popülist politikalar bu konuda ustalaşır, yalanı etkili bir araç olarak kullanır ve yalan, korku yaratmada da güçlü bir işlev görür. “Dış güçler,” “vatan hainleri” ve “terörist” söylemleri son yıllarda bu amaçla oldukça etkili şekilde kullanıldı. Korku, nefret duygusunu artırır; insanlar, korktuklarından nefret etmeye de başlar. Korku nefreti üretiyor. Yani insan korktuğundan nefret de ediyor. Korkunun yoğun olduğu durumlarda toplum genelde statükodan yana olur. Korku insanı güçlüye sığınmaya yönlendirir. Korkan toplum devlete, dine, iktidara sığınır çünkü tanrı, devlet, güç güvence vaat eder.

Bu korku ve nefret, olumsuz ve yoğun duygular yaratır. Böyle durumlarda olayları anlamak, analiz etmek ve çözüm üretmek yerine duygusal tepkiler öne çıkar. Bir konu aşırı duygusallaştırıldığında, mantıklı düşünmek imkânsız hale gelir. Korku, nefret ve kasıtlı duygusal manipülasyon, öfkeye dönüşür. Sonuçta korku içinde, nefret dolu öfkeli bir kalabalık oluşur. Bu mekanizmalar, insanların iç dünyalarını işgal eder, teslim alır ve kontrol eder. İktidar, bu öfkeyi istediği yöne kanalize edebilir. Örneğin, bazı kesimler Osman Kavala’yı, terörist faaliyetlerde bulunmamış olmasına rağmen, Usama Bin Ladin ya da Bağdadi’den daha zararlı görebilir. Yalanın gerçeğe dönüştüğü bir ortamda bilgi, bilimsel veri ve delil değerini yitirir; böyle bir ortamda insanlar inanç temelinde pozisyon alır. Yani Kavala’nın bombalı eylemi yoktur, ancak halkın bir kısmı onun büyük bir terörist olduğuna inanır çünkü cumhurbaşkanı bu yalanı yaymaktadır.

Yalan ustalığının bir diğer yönü de bilgiyi tek taraflı iletmek ve işine gelen kısımları halka duyurmaktır. Yalan dünyası, bazı bilgilerin saklanması veya söylenmemesi yoluyla da inşa edilir. Bu, yalnızca manipülasyonun bir aracı değil, aynı zamanda toplumun gerçeklik algısını şekillendirmenin bir yoludur.

Bu dönem bize çok uzun gelse de yalan üzerine kurulan imparatorluklar eninde sonunda çöker. Yalan balonları patlar ve bu imparatorluklar sona erer. Diktatörlükler buna örnektir: Kaddafi, Saddam, Marcos... Sonsuz güç ve kalıcılığa sahip gibi görünen sistemler bile zamanla yok olur. Bir dönem Türkiye’de de Evren, sonra Özal ve Çiller gibi liderler vardı. Partiler kurdular, düzenler oluşturdular ama hepsi tarihin tozlu sayfalarına karıştı. Bunun temel nedeni, bazı doktrinlerin yalnızca kısa ömürlü değerler sistemi yaratabilmesidir; bu sistemler, kalıcı ve sağlam bir temele sahip olmadığından uzun süre devam edemez. Çünkü bu düzenler, yalan ve korku üzerine inşa edilmiştir.

Diğer yandan, bazı öğretiler daha kalıcı değerler yaratır; dinler, yalan söylememe, insan öldürmeme, zulmetmeme gibi evrensel etik değerleri içerir ve bu nedenle yüzlerce yıl var olabilirler. Kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi değerleri barındıran ideolojiler de uzun ömürlüdür. Fransız Devrimi’nde yükseltilen bu değerler, hâlâ pek çok insan için çekiciliğini korur. Acı çeken, zulüm görenler için bir gün, adeta aylar kadar uzun olabilir; 24 saat bazen bir saat gibi, bazen de aylar kadar ağır yaşanır. Zamanın öznel algısı bu nedenle büyük farklılıklar gösterebilir.

Yaşadığımız dönem, tüm ağırlığı ve uzun süreli etkisiyle bizi yorsa da insanlık tarihi açısından yalnızca bir an sayılır. Dinozorlar, yaklaşık 120 milyon yıl boyunca yeryüzünde hüküm sürdüler ve bugün onların varlığını yalnızca birkaç fosille anlıyoruz. Homo sapiens’e ait en eski kemikler 300.000 yıl öncesine dayanıyor. Bu geniş tarihsel çerçevede bakıldığında, Erdoğan gibi figürler tarihte bir an bile değil. Yaşadığımız dönem tarihin akışı içinde yalnızca bir kesit; insanlık, bu anları aşarak yoluna devam eder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi