Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Demokrasinin yalancı şafaklarında darbelerin rolü
Bu yazıya başlamadan önce, Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinde altı dönüm noktası (yani gündüzün habercisi şafak) yaşandığını, ancak bu dönüm noktalarının ardından tam ve kalıcı bir demokratik dönüşümün gerçekleşemediğini (yani gecenin gündüze evirilmediğini) hatırlatmak isterim.
Kısaca ‘yalancı şafaklar’ adını verebileceğimiz bu altı dönüm noktasında, tam ve kalıcı bir demokrasiye geçiş mümkün olmamıştır: a) 1876-78, b) 1908 sonrası birkaç yıl, c) 1920-23, d) 1950 sonrası birkaç yıl, e) 1960 sonrası yıllar ve f) 2002 sonrası birkaç yıl.
Bu dönüm noktalarıyla ilgili olarak geçen haftaki yazıda sıraladığım sekiz genel tespit veya gözlemi bundan sonraki yazılarda ele almak istiyorum.
Bu yazıda, bu tespitlerden birincisi olan ‘darbeler’ konusuna kısaca değineceğim.
*****
Altı ‘yalancı şafak’ hakkında sekiz genel tespit veya gözlemden birincisi dönüm noktalarında darbelerin rolü ile ilgilidir.
Bu konuda en baştan şunu söylemek mümkün: Yaşanan ve bazen ‘devrim’ olarak adlandırılan radikal dönüşümlerin çoğunda, esasen darbelerin veya darbe benzeri müdahalelerin belirleyici olduğu görülür.
Demokrasinin birinci şafağı olarak kabul edebileceğimiz 1876-78 (I. Meşrutiyet) dönemi, Sulatan Abdülaziz’in yerine V. Murat’ın tahta geçirilmesi ile sonuçlanan 30 Mayıs 1876 darbesi ‘sayesinde’ mümkün olmuştur. Sadrazam Rüştü Paşa, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Meclis-i Vükelâ üyesi Mithat Paşa’dan oluşan ‘Erkân-ı Erbaa’ liderliğindeki asker-sivil bürokrasi koalisyonunun gerçekleştirdiği darbe sonucunda tahta geçen ‘yaz padişahı’ V. Murat, amaçlanan dönüşümde etkili olamayarak hayal kırıklığı yaratmıştı. Ancak 31 Ağustos 1876 tarihinde Mithat Paşa önderliğindeki darbeciler tarafından tahta oturtulan II. Abdülhamit’ten demokrasinin iki önemli dayanağı olan anayasa ve parlamento konusunda söz alınmış olması, demokratik dönüşümün ‘gerçek başlangıcı olarak kabul edilebilir.
*****
Diğer yandan, demokrasinin ikinci şafağı sayılacak olan 1908 sonrası birkaç yılda yaşanan önemli dönüşüm ise Jön Türklerin (Balkanlar başta olmak üzere) Osmanlı’nın birçok önemli merkezinde ve özellikle İstanbul’da asker ve bürokrat elitler arasındaki başarılı örgütlenmesi yoluyla 24 Temmuz 1908’de gerçekleşen ’10 Temmuz inkılabı’ sayesinde mümkün olmuştur. Ancak, 1908’de yaşananın, devrim mi yoksa darbe mi olduğu hep tartışma konusu olmuştur.
Devrim kavramının çağrıştırdığı kitlesel katılım ve radikal dönüşüm eksikliğini akılda tutarak, şimdilik şunu hatırlatmakla yetineyim: Mevcut padişahın tahttan indirilmesine bile yol açmayan bu darbe/devrimin ilk kazanımı, esasen mevcut padişahın 1878’de ‘tatil ettiği’ meclisi yeniden açacağı ve rafa kaldırdığı anayasayı raftan indireceği sözünü vermesinden ibarettir. Hemen arkasından gelen, her kesimden muhaliflerin katıldığı coşkulu özgürlük dalgası, birkaç yıllık sürecin demokrasi şafağına dönüşmesinde belirleyici rol oynamıştır.
*****
Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinin üçüncü şafağı olan 1920-23 (I. TBMM) dönemi ise bir darbeyle başlamış olmasa da Ankara merkezli bir ‘isyan hareketi’ sayesinde yaşanmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında iflas etmiş olan İttihatçı diktatörlüğün mağdurları İstanbul’da iktidarı devralarak teslimiyetçi bir politikayla Osmanlı’dan geri kalan topraklar üzerinde yeni bir rejim inşa etmeye çalışırken, İttihatçı ‘artığı’ asker-sivil elitin Anadolu’da başlattığı direniş hareketinin Ankara’da kurmayı başardığı TBMM, (darbeci olmasa da) isyancı niteliğiyle bu şafağın doğuşundan birinci derecede sorumludur. İlk başlarda açıkça Halife Sultana bağlılık sözüyle faaliyete başlamış olsa da Ankara’da toplanan TBMM, çoğul (ve kısmen çoğulcu) niteliğiyle bu topraklarda demokrasinin yerleşmesi konusunda gayrimüslimlere olmasa da birçok insana umut vermiştir.
Kabul etmek gerekir ki 1920-22 arasında inşa edilmeye çalışılan görece demokratik rejim, Birinci Dünya Savaşı koşullarında ortadan kaldırılmış veya marjinalize edilmiş olan Ermeniler başta olmak üzere tüm gayrimüslimlerin dışlandığı bir ‘çoğulluk’ durumu ve ‘çoğulculuk’ anlayışına dayalıdır. Ayrıca aynı rejim, soldan sağa birçok ideolojik alternatifin ve kendi kaderini eline almak isteyen yerel aktörlerin tasfiyesi sayesinde varlığını sürdürmüştür. Ancak, 1923 yılında Mustafa Kemal önderliğindeki bir grubun atacağı kritik adımlar nedeniyle rejim, o sırada mevcut olan kısmen çoğul ve çoğulcu niteliğini yitirdiğinde bu sınırlı çoğulluğun ve çoğulculuğun kıymeti daha iyi anlaşılacaktır. Her şeye rağmen 1923 yılından itibaren tekçilik anlayışına dayalı tek adam rejimine evirilene kadar Ankara rejimi, Meclisin faaliyetleri ve onun yaptığı 1921 anayasanın niteliği sayesinde, sonradan aşılamayacak bir eşik oluşturacaktır.
Bu dönemde darbe, şafağın başlamasında değil, bitmesinde rol oynamıştır diyebiliriz: Muzaffer Ankara elitleri içinden ‘en hazır’ grubun, ideolojik ayrışmadan çok kişisel güç/erk rekabetine dayalı kamplaşma nedeniyle ayrışmış olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele önderliğindeki gruba karşı 29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal önderliğinde gerçekleştirdiği ‘darbe’, demokratik dönemi bitirip kişi kültüne ve parti otoriterliğine dayalı rejimi başlatmıştır.
*****
Demokrasinin dördüncü şafağı olarak kabul edebileceğimiz 1950 sonrası birkaç yıllık dönem, bir darbe sonucu başlamamış olmasıyla öncekilerden ayrılır. Esasen 1945’te bizzat tek parti yönetimi ve onun Milli Şefi tarafından küresel gidişat ile paralel olarak başlatılan kontrollü demokratikleşme sürecinin sonunda, 1950’de büyük bir seçim zaferiyle iktidara gelen (aslen İttihatçı CHP geleneğine dayalı) Celal Bayar ve Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti (DP) dönemi, sadece 1946’da başlayan çok partili Amerika tipi temsili demokrasinin yerleşmesi umudunu yaratmadı. Bu durum aynı zamanda tek parti dönemin mağduru olan farklı toplumsal kesimlere umut veren ve yoğun sivil toplumsal katılıma dayanan kapsamlı demokratikleşmenin de başlangıcı olarak hissedildi.
Ancak bu şafağın da geceyi gündüze çevirmeye veya tam demokrasiyi yerleştirmeye gücü yetmedi. Üç, en fazla dört yıl sonra ‘çok partili sistemde tek parti diktatörlüğü’ inşasına girişen Adnan Menderes liderliğindeki DP, toplumsal muhalefet karşısında demokrasiden vaz geçtiği oranda kutuplaşmaya yol açtı. Kır-kent gerginliğinin Türkiye siyasetindeki kutuplaşmanın zeminine yerleştiği bu dönem, ordu içinde bir kliğin (cuntanın), küresel konjonktüre uygun olarak ve şehirli sivil toplum elitlerin desteğini de arkasına alarak gerçekleştirdiği bir darbeyle son bulacaktı.
*****
Böylece, 1960 sonrası dönemde yaşanan her yönden farklı niteliklere sahip oldukça kapsamlı demokratikleşme süreci bir askeri darbeyle başlayacaktır. Demokrasinin beşinci şafağı olarak kabul edebileceğimiz bu dönüm noktasını öncekilerden farklı kılan şeylerden biri, eski muktedirleri idam ederek ortadan kaldıran bir askeri darbe olmasıdır. Bu açıdan bu darbe, dolaysız sonuçları ve yol açtığı radikal dönüşümün kapsamı nedeniyle devrim nitelemesine en çok yaklaşan dönüm noktası sayılabilir.
Sivil modernist elitlere dayanan askeri darbe sonrasında, tartışmalı yönlerine ve politikalarına rağmen, 20 yıllık bir sosyal demokratik cumhuriyet denemesi inşasına girişilmiştir. Oldukça uzun süren, ‘çok partili temsili demokrasi’ sürecinde siyasete ilk olarak aktif şekilde katılan farklı çevrelerden sivil toplum aktörleri (kişi, grup ve kurumlar), oldukça canlı ve umut verici bir dönem yaşatmıştır. Ancak aşılamayan krizler ve giderek artan askeri vesayet nedeniyle tam demokrasiye doğru evirilme, demokrasi açısından kalıcılık getirmemiştir. Nitekim, bu dönemin yarattığı yeni cumhuriyet, 1980 askeri darbesi sonucunda sonlandırılacaktır.
*****
Son olarak, demokrasinin altıncı şafağı olarak kabul edilebilecek olan 2002 sonrası birkaç yıl da (1950’de yaşanan dönüm noktasında olduğu gibi) bir darbeyle gelmemiştir. Askeri vesayet ve müesses nizamın diğer aktörlerine karşı varoluş mücadelesi verirken geniş toplumsal ve siyasi mutabakat çabası ve özellikle AB üyeliği motivasyonunun getirdiği olumlu hava sayesinde AKP, onlarca yıllık anti-demokratik söylem ve uygulamalarla birlikte demokrasi önünde engel kurum, kuruluş ve tabuları iktidarının ilk on yılında geriletmeyi başarmıştır.
Ancak 1990ların sonunda küresel düzeyde popülerlik kazanan neoliberal çoğulcu demokratik dönüşümün kalıcı sonuçlara yol açması mümkün olmamıştır. 1980 darbesinin güçlendirdiği İslamcı muhafazakâr zihniyet ve toplumsal-kültürel zemin sayesinde devrimci/dönüşümcü popülist liberal İslamcı bir söylemle iktidara gelen AKP, en geç 2010’lardan itibaren Tayyip Erdoğan liderliğinde kendi iktidarının bekasını önceleyen oportünist muhafazakâr popülizme dayalı Türk-İslamcı otoriterleşme sürecini başlatmıştır.
*****
2010’lardan itibaren AKP diktatörlüğü ve 2016 yılından itibaren tek adam rejimi inşa süreci de dahil olmak üzere tüm dönüm noktalarının ardından yaşananların detaylarını ve sonrasını ileride diğer tespitleri ele alırken göreceğiz.
Ancak bu yazının sonucu olarak şunu tespit etmek mümkün görünüyor: Demokrasi tarihinin dönüm noktalarındaki rolü açısından darbeler bağlamında, Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinde devamlılık, kopuşların önüne geçmektedir.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])