Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Dersim 38’le yüzleşme umudunun doğuşu ve sönümlenmesi
Daha önce yayınlanmış konuyla ilgili yazılarımda dile getirdiğim üzere, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü ve birliği” söyleminin dillere pelesenk olduğu Türkiye’de toplumsal hafıza bağlamında zaten büyük bir bölünmüşlük söz konusudur.
Bunun en iyi kanıtlarından biri de Cumhuriyet tarihinin en travmatik olaylarından bir olan Dersim ’38 konusunda sahip olunan/çatışan hafızalardır.
Taraflardan birini, 86-87 yıldır yaşanan Dersim ’38 travmasının tam ortasına doğan, yaşamının her alanında Dersim ’38 ile bir şekilde ilişki içinde olan Dersimliler oluşturmaktadır. Ancak bu kesim içinde de Dersim ’38 hafızası çok parçalıdır. Aile veya aşiret kökeninden sınıfsal konum, eğitim durumu ve siyasi konumlanmaya kadar farklı nedenlere dayalı olarak farklı anlatılar (çoğu zaman kafa karışıklığı olarak karşımıza çıkacak şekilde) iç içe geçmiştir.
Diğer tarafı ise Dersimlilerle ‘birlikte’ veya onlarla yan yana yaşamalarına, bazen kendileriyle aşk, iş, alışveriş veya benzeri yakın ilişkilere girmelerine ve hatta devrim yolunda can yoldaşlığı yapmalarına rağmen bu travmadan habersiz olan veya olmayı yeğleyen (daha doğrusu habersiz olma lüksüne sahip olan) ‘çoğunluk’ oluşturmaktadır.
Özellikle örgün eğitim üzerinden yaygınlaştırılan resmi hafıza politikaları ve buna tabi olmuş sağ veya sol aktörlerin her mecrada papağanca tekrarladıkları söylemleri, bu steril inkâr sessizliğini ortadan kaldırabilmektedir. Bu durumlarda ortaya çıkan baskın eğilimlerden biri açıktan inkâr tavrıdır. Bazen olguları açıkça çarpıtmaya kadar varan inkârcılığın arsızlığa varan versiyonları ise günümüzde özellikle internet ortamında yeniden yaygınlaşmaya başlamıştır.
*****
Toplumsal hafıza üzerinde ‘bölücü’ etkisi inkâr edilemez olan bu travmanın büyüklüğü, sadece şiddetinden değil, etkisinin Dersimlilerle sınırlı olmaması gerçekliğinden de kaynaklanmaktadır.
Çoğunluğun o sırada bölgedeki temsilcisi olan, sivil veya asker görevliler ve döndüklerinde birlikte yaşadıkları (ve belki yaşadıklarını ömür boyu anlatamadıkları) aileleri ve yakınları da bu travmanın doğrudan bir parçasıdır.
Kısa süre içiresinde bu travmanın dolaysız etkilerinin neredeyse tüm Türkiye’ye yayılmasının önemli bir nedeninden daha söz edebiliriz. Kırımdan bir şekilde sağ kurtulmuş olup zorunlu sürgün sonucu Türkiye’nin farklı bölgelerindeki şehirlere (ailelerinden, aşiretlerinden ve dolayısıyla birlikte götürecekleri kültürlerinden koparma stratejisi çerçevesinde) dağınık bir şekilde sürgün edilen on binlerce Dersimliyle temas kurmak zorunda kalmış olan sürgün bölgelerindeki yerleşik ‘çoğunluk’ mensupları ve onların çocukları da bu travmanın parçası olmuştur.
Öte yandan, bu travmanın etkilerini farklı şekil ve dozajlarda deneyimleyenlerin hemen yanı başında yaşayan, ancak Dersim ile ilgili hiçbir kişisel yaşanmışlık ve deneyime sahip olmayıp Dersim '38'den de haberdar olmayan asıl büyük çoğunluk 10 Kasım 2009'da Meclis'teki Demokratik Açılım görüşmeleri sırasında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekili Onur Öymen'in söylemleri sebebiyle kopan tartışmalar sayesinde Dersim’38 vakasını duymaya, okumaya ve tartışmaya başlamıştır.
2009 ÜZERİNDEN ON BEŞ YIL GEÇTİ, DERSİMLİLER TERTELE İLE YİNE BAŞ BAŞA KALDI
Yahudi soykırımı için kullanılan İbranice Shoah (felaket, yıkım) veya Yunanca kaynaklı Holokost (tamamen yakılmış, yanıp kül olmuş) kavramı ile 1915 kırımı için kullanılan Ermenice Medz Yağern (büyük felaket) kavramı gibi, Dersim ’38 için kullanılan Zazaca Tertele kavramı da felaket, yıkım ve imhaya yol açan hengâme, altüst oluş ve karmaşa anlamına gelmektedir.
Farklı yazılarımda belirttiğim ve bundan sonraki Tarih Terslerinde tartışacağım nedenlerle Türkçe Dersim-Kırım (1935-47) adını kullanmayı tercih ettiğim bu büyük felaketin Dersimlilerin ruhunda ve zihninde açtığı büyük yara, iki önemli sonuca yol açmaktadır.
- On yıllarca hâkim olan sessizlik, görmezden gelme ve inkâr nedeniyle bu yaranın bir türlü kapanmamasıdır. Bundan dolayı da yaşanan acının ve travmanın sürekliliği kaçınılmaz görünmektedir.
- Ancak 1935-47 arasında yaşananlar ve özellikle bunun inkârı ve nihai olarak adaletsizlik, aynı zamanda Dersimlilerde direniş ve mücadele ruhunu ve bilincini de beslemiş ve beslemeye devam etmektedir. Bu da ikinci önemli sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.
*****
Bundan on beş yıl önce Onur Öymen’in 2009 yılında TBMM’de yaptığı vahim konuşma sonrasındaki birkaç yıllık süreçte Dersim-Kırım’ın bir anda kamuoyunun gündemine oturması, geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma bağlamında önemli bir umut yaratmıştır.
Onlarca yıllık mücadelelerinde önemli bir başarı elde ettiğini düşünen bazıları için bu umut, nihayet bir sonuç alacakları duygusu yarattığı gibi, demokrat kamuoyu için iyileştirici adalet yönünde önemli beklentilere yol açmıştır.
Bu süreçte, adalet umudunu en çok besleyen, dönemin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 22 Kasım 2011 tarihinde gerçekleştirdiği (‘özürümsü’ olarak adlandırmayı yeğlediğim) ve 2013 yılında Bilgin Ayata ve Serra Hakyemez tarafından eleştirel analizi çok iyi bir şekilde yapılmış olan “özür konuşması” olmuştur.
Ancak kopan fırtınanın kaldırdığı toz dumanın tam ortasında da, dumanın kısa süre içinde çökmesi sonrasında da görülmüştür ki esasen Dersimliler travmalarıyla baş başadır.
Dersimlilerle sahici dayanışma içinde olanlar sayesinde toplumsal barış ve demokrasi yönünde atılan çok önemli adımlar ise sonuç olarak yerinde saymaktan öteye geçememiştir.
NE OLDU 2009 VE SONRASINDA?
CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 günü, TBMM kürsüsünde yaptığı konuşmada sarf ettiği “… Analar ağlamadı mı diyorsunuz? Analar ağladı diye kimse terörle mücadeleyi bırakmaz. Dersim isyanında da analar ağladı ama hiç kimse mücadeleyi bırakmadı o dönem… ” sözleri sonrasında yaşananlar, hafıza politikaları bağlamında eşsiz bir laboratuvar niteliğindedir.
Onur Öymen’in infiale yol açan konuşması dönemin hükümeti tarafından çok ‘başarılı’ bir şekilde siyasi araçsallaştırma için kullanılmış ve özellikle hükümet yanlısı medya tarafından Dersim-Kırım gündemin merkezine taşınırken, kamuoyunda konu daha çok medyatik heves ve moda anlayışıyla ele alınmıştır.
SİYASİ ARAÇSALLAŞTIRMA
Partiler başta olmak üzere siyasi aktörlerin gündelik siyasi söylemleri ve faaliyetleri çerçevesiyle ‘dar anlamda politika’ bağlamında öncelikle bu dönemde öne çıkan tarafları ve tavırları kısaca özetlemek isterim.
Henüz Avrupa Birliği üyeliği hedefi ve bu bağlamda demokratik açılım programlarının devam ettiği bir sırada, iktidardaki AKP ve özelikle lideri Tayyip Erdoğan, müesses nizama karşı verdiği mücadelede, bariz bir fırsatçılık (oportünizm) anlayışıyla Dersim ’38 tartışmalarını siyasi araç olarak kullanmıştır.
Ordunun yanı sıra en büyük siyasi rakibi olarak gördüğü CHP’nin bu konuda sergilediği darmadağınık tavır, AKP’nin bu araçsallaştırma çabasındaki başarısında önemli rol oynamıştır.
2009’daki tartışmalar döneminde CHP Grup Başkanvekili olan Kemal Kılıçdaroğlu, Mayıs 2010 itibariyle CHP Genel Başkanı olmuştur. Erdoğan’ın 2011’de Dersim’i gündeme getirdiği sırada takındığı tavır, CHP’nin başında Tuncelili Kemal Kılıçdaroğlu’nun olmasıyla yakından ilişkilidir. Nitekim, Tuncelili Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi ‘köşeye sıkıştırmak’ için Dersim ‘38’i en iyi şekilde ‘kullanma’ yolunu tercih etmiştir.
Bu sürecin Dersimli aktivistler başta olmak üzere, yüzleşme, hesaplaşma ve adalet mücadelesi verenlere açtığı alanın ve bu kesimlerin hükümet yetkileriyle yaptıkları görüşmelerin kalıcı sonuçları olmamıştır.
Belki de bu sürecin doruğu, TBMM’de “Dersim Olayları (1937-1938) ve Sonrasında Yaşananlar Nedeniyle Oluşan Mağduriyetlerin Giderilmesi İle İlgili Alt Komisyon Kurulması” oldu. Herhangi bir hükmü olmayan bu komisyon, Dersim mağdurlarının dilekçe başvurularına 11 sene sonra verdiği “…yetkisizlik sebebiyle işlem yapılamayacağı” kararı ile hükümsüzlüğünü ikrar edecekti.
Böylece, dönemin AKP’sinin demokratikleşme politikaları gibi, Dersim politikası da birkaç yıl sonra yaşanacak sağ otoriterleşme süreci sonrasında hâkim olacak sağ popülizm nedeniyle banal bir Atatürkçülük, milliyetçilik ve İslamcılığın sentezinden oluşan bir bağnazlığa teslim olacaktır.
Ancak bu dönemde AKP ve yandaşlarının siyasi araçsallaştırma politikalarının ürünü olan ucuz Kemalizm ve Atatürk karşıtlığını, Dersim kırımının neredeyse tek sorumlusu ilan ettikleri İsmet İnönü üzerinden dolaylı yoldan ve sinsice yapmaları karşısında CHP ve yandaşlarının sergilediği sorunlu tavır da AKP’nin işini çok kolaylaştırmıştır.
Sergilenen tavrın sorunlu olmasının birincil nedeni, tam bir tarih çarpıtması niteliğinde olan, günümüz CHP’sinin 1930’lar CHP’sinin tek temsilcisi olduğu iddiasının ve dolayısıyla Dersim’38’in asıl sorumlusunun şimdiki CHP olduğu argümanlarının saflıkla kabullenilmesi olmuştur.
AKP dahil olmak üzere, günümüz sağ ve sol tüm ana akım partilerin tamamının 1930’lar CHP’sinin varisi olduğu ve dolayısıyla Dersim-Kırım’ın sorumluluğunu hepsinin taşıdığı gerçeği öne çıkarılmamıştır. Atatürkçülük, daha doğrusu Atatürk sömürüsü söz konusu olunca birbirleriyle yarışan bu kesimlerin, Atatürk dönemi uygulamaları söz konusu olduğunda seçici algıları ve sergiledikleri çıkarcı hafıza politikaları, bugüne kadar yeterince sorgulanmamıştır.
Diğer yandan, o dönemin tek partisi içinden çıkmış ve kendilerini Atatürkçü politikaların devamcısı olarak sunan sağ muhalefetin 2009 sonrası dönemde, CHP’nin sağ kanadı gibi kırımı sahiplenmeleri ve bunun gerekli olduğunu iddia ederek haklı çıkarmaya çalışmaları, bu gelenekten gelenler arasındaki en tutarlı tavır olmuştur doğrusu.
Aynı gelenekten gelmekle birlikte sessizliği seçen veya AKP yandaşlarının utangaç veya samimiyetsiz anti-Kemalist hafıza politikalarını sahiplenen liberal sağ partiler ve yandaşları ise - tıpkı AKP gibi - Demokrat Partisi başta olmak üzere dayandıkları sağ geleneğin temsilcisi olan partilerin ve önderlerinin Dersim’ 38’deki sorumluluklarını unutturmak istemişlerdir.
Nitekim Demokrat Parti kurucusu Celal Bayar’ın başbakan olarak Dersim-Kırım’ın özellikle 1938 aşamasındaki başat sorumluluğu da, 1960 sonrası kurulan Adalet Partisi’nin kurucusu Ragıp Gümüşpala’nın subay olarak 1937-38 sürecindeki rolü de (savunmacı bir psikozla AKP ve özellikle Erdoğan’ın kampanyasına yenilen) dönemin CHP’si tarafından yeterince sorunsallaştırılamamıştır.
Daha önce Dersim-Kırım konusunda çığır açıcı çalışmalara imza atmış olup 2011’de CHP’den Tunceli milletvekili seçilen Hüseyin Aygün’ün o dönem sergilediği eleştirel tavır ise partisinin demokratikleşmesi yolunda büyük fırsat yaratacak yüzleşme ve hesaplaşma olanağı için maalesef kullanılamamış, tam tersine kendisinin linç edilmesine yol açmıştır.
Her zamanki gibi 2009 sonrası süreçte tutarlı ve kararlı bir şekilde Dersim-Kırım bağlamında yüzleşme, hesaplaşma ve adalet arayışını yürüten siyasi aktörlerin başında gelenler, Dersimli aktivistler ile birlikte demokrasi ve toplumsal barış mücadelesi veren “olağan şüpheliler” (!) olmuştur.
O zamana kadar bu konuda duyarsız davranan, Dersimli-olmayan bazı Alevi ve Kürt siyasi aktörlerin (kurum ve bireylerin) bu davayı sahiplenmeye başlamaları bence sürecin en önemli kazanımı olmuştur.
Ancak teorik, metodolojik, kavramsal ve hukuki donanım eksikliğinin ve kişisel çıkarlar ile hizip hesaplarının olumsuz etkisinin yanı sıra esasen tarihyazımsal bağlamda olgusal bilgi konusundaki hazırlıksızlık, bu mücadelenin içeride ve uluslararası arenada başarıya ulaşması önünde önemli bir engel oluşturmuştur.
*****
2009 sürecinde medyatik heves ve moda bağlamında dikkat çeken bir şey de televizyonlar ve gazetelerin içine düştüğü çaresizlik olmuştur.
Herhangi bir konuda program veya haber yapıldığında konunun uzmanlarını bulma konusunda mekanizmalar/yöntemler geliştirmemiş olup esasen böyle bir kurumsallıktan uzak olan medyanın, moda oldu diye canhıraş bir şekilde programa çıkarılacak ‘birilerini bulma’ çabaları ve sonuç olarak her konuda konuşan uzman erkeklerin televizyonlardaki hakimiyeti, genel durum/ortalama düşünüldüğünde şaşırtıcı olmayabilir.
Kısaca, 2009 sonrasında kopan fırtınanın ardından, siyasi araçsallaştırmalar ile medyatik heveslerin ötesine geçmeyen, olgusal düzeyde çoğu tekrardan ibaret yayınlarının ve medya programlarının yol açtığı hengameden/enflasyondan geriye kalan, tüm ülke için büyük bir travma anlamı taşıyan Dersim ’38’in yine, yeniden Dersimlilerin ve bir avuç duyarlı demokratın meselesine indirgenmesi olmuştur.
Ülkede toplumsal barış ve demokrasi için şart olan tarihle yüzleşme/hesaplaşma veya helalleşme ve daha önemlisi onarıcı adalet için o günden beri hiçbir adım atılmamakla birlikte, zamanla Dersim-Kırım konusu yeniden marjinalleş(tiril)miştir.
*****
Diğer yandan, ne Dersim ’38 travması ne de (yüzleşme yönünde çabalar dahil olmak üzere) konuyla ilgili anlatılalar Onur Öymen’in 2009 konuşmasıyla başlamıştır.
Kırımın hemen sonrasında başlayan Dersim ’38 anlatılarını ve hızla inşa edilerek yaygınlaştırılan resmi söyleme karşı az sayıda muhalif aydınının 1960’lardan itibaren geliştirmeye çalıştığı alternatif söylemler ile İsmail Beşikçi gibi öncü aydınların başını çektiği hakikat ve adalet arayışı çabalarını yarınki yazıda özetlemeye çalışacağım.
Bu sürecin son aşaması olarak 2009 sonrası popüler ve akademik tarih yazımı da bir sonraki yazının konusu olacak.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.