Yiğit Bener
Dilin ölçüsü
Her iktidarın bir yükseliş bir de alçalış ve düşüş dönemi vardır. Bu süreçler iktidar dilinin evrimine de yansır.
Örneğin "istikbal göklerdedir!", bir yükseliş dönemi söylemidir. İktidar yurttaşlarına geleceğe yönelik yüce, yücelten bir hedef göstermektedir. Yukarıya bakmak güven verir, umut aşılar, düş kurmayı teşvik eder. Umudu bile hoştur.
Gerçi yukarıya bakayım derken önünü görememe riski vardır, ayrıca bu hedeflerin sonradan ne derece tutturulabildiği, düşlerin ne derece korunabildiği de ayrı bir meseledir.
Buna karşılık, "aşağı bak!" tipik bir düşüş ve alçalma süreci söylemidir: İktidarın göstereceği hedef kalmamıştır, vaat edebileceği yüce düşler tükenmiştir. İktidardakiler kendi taraftarları önünde dahi ikna kabiliyetlerini ve inandırıcılıklarını yitirmişlerdir, sözleri tükenmiştir.
Tek dertleri, iktidarda kalmaya indirgenmiştir. İktidarda kalmak içinse tek çareleri yurttaşlarını korkutmak, sindirmek, onurlarını kırarak başlarını dik tutmalarını engellemektir. Kendi bekalarıyla devletinkini ya da toplumunkini özdeşleştirirler: "Biz gidersek devlet çöker" derler.
İş o raddeye varınca, iktidardan düşme korkusu, gülünç ya da rezil olma korkusuna bile galebe çalar hale gelir. Hatta vasıfsız bir küçük iktidar piyonu bile şahsıyla devleti özdeşleştirerek "bana dokunmak devlete dokunmaktır" diyebilir. "Devlet benim" sözünün genellikle Fransa kralı XIV. Louis’yle anıldığını hatırlarsak, öykünmede bile ölçünün kaçtığı açıktır.
Bu aşamada kaybetme korkusuyla enikonu asabileşen iktidar, sözünü tükettikçe çareyi şiddete başvurmakta bulur.
İktidarın devlet şiddeti yoluyla topluma saldığı korku, yönetim tarzının ve söylemlerinin neden olduğu isyan duygusuna baskın çıktığı sürece, bu baskılama bir süre işe yarayabilir. Bir noktadan sonra ters teper.
Gelgelelim, en baskıcı olağan iktidarların bile dilinin bir yapısı, düzeneği, ayarı vardır. Bu ayarı kaçıranların meşruiyeti ve ehliyeti sorgulanmaya başlar: Fazlasıyla savruk bir dile ya da tümüyle ölçüsü kaçmış bir söyleme başvuran bir iktidar kadrosu, şirazeden çıktığı izlenimini uyandırır, güvenirliğini yitirir.
Unutmayalım ki iktidardakiler, en güçlüleri bile, onları iktidara getiren toplumsal katmanların, iktidarda tutan sınıfların ve daha genel anlamda düzenin emrindeki personel konumundadırlar. Asli işlevleri ekonomik ve toplumsal düzeni korumaktır.
Düzeni sağlayabileceklerine ve düzenin sürdürülebilirliğini koruyabileceklerine olan güven sarsıldığı an, koltukları da hem alttan hem üstten sallanmaya başlar: Sonuçta bu düzende işini yapamayan personele kapı gösterilir.
Boğaziçi direnişiyle birlikte iktidarın her kademedeki temsilcisinin başvurduğu ölçüsü enikonu kaçmış şiddet ve nefret dili işte bu açıdan, yani bizzat iktidar sahipleri açısından da sorunludur.
Ne de olsa bu dil, sıradan bir "baskı kurma" ihtiyacının ya da "otoriterleşme" dilinin çok ötesine geçmiştir.
Bırakınız eline silah almayı, polis şiddetine bile şiddetle karşı koymayan, sokak eylemlerinde en ufak taşkınlık yapmayan üniversiteli gençlerin, dahası ülkenin dünya çapında en saygın üniversitesinin öğretim üyelerinin, hatta ana muhalefet partisinin il başkanının "terörist" ilan edilmesinin iler tutar tarafı yoktur.
"Normal" bir burjuva rejiminde, en otoriterinde bile, sınıfsal düzeni tehdit eden silahlı bir çatışma ortamının olmadığı bir yörede ve dönemde, barışçıl protestocuları "başı ezilmesi gereken yılanlar" olarak yaftalamanın yeri yoktur. Dünyanın her "normal" ülkesinde şiddete başvurmamış muhaliflerin "gözlerini kan ve nefret bürümüş vandal, barbar" olarak nitelenip hedef gösterilmeleri tuhaf kaçar.
Hiçbir "normal" rejimde, iktidar sahipleri, basit bir rektör ataması konusunda kendileriyle aynı görüşte olmayan öğrencilerin "bu ülkeye ait olmadıklarını" ilan etmezler. Zaten muhalif kesimlerin (yani toplumun yarıdan fazlasının!) "yerli ve milli" olmadıklarının, yani "buraya ait olmadıklarının" her fırsatta vurgulanmasını "olağan" bir iktidar dili olarak görmek mümkün değildir.
Buna bir de LGBTİ+ bireylere yönelik yoğun homofobik nefret dilini… Kürtlere yönelik sınırsız baskıyı ve ırkçı nefret söylemini… Tüm seçilmiş temsilcilerinin görevden alınıp hapse atılmalarını, tüm seçilmiş yerel yöneticilerinin yerine kayyum atanmasını… Muhalif basına yönelik acımasız baskıyı… Dini "hassasiyetlerin" iktidar tarafından bilinçli olarak ve abartılı bir şekilde biteviye kaşınmasını ve kışkırtılmasını… Polisin her seferinde orantısız ve ölçüsüz bir şiddete başvurmanın da ötesine geçerek tüm muhaliflere apaçık düşman muamelesi yapmasını… Dahası, genelde sadece silahlı örgütlere ya da başka devletlere karşı kullanılan "devletin gücünü sınamasınlar" benzeri tehditkâr söylemlere başvurulmasını… Hatta parlamenter muhalefetin temsilcilerinin iktidar ortaklarının himayesindeki mafya liderleri tarafından uluorta ve fütursuzca tehdit edilmelerini, üstüne üstlük göz göre göre sokak ortasında saldırıya uğramalarını eklediğimizde, ortaya çok özel ve ağır bir tablo çıkıyor.
İktidarın dilinde ve tavrında aslında epey bir süredir bu tür olağan dışı savrulmaların işaretleri vardı. Her ağzını açanın "terörist" ilan edilmesi, yargı aygıtının doğrudan bir yargısız infaz aracına dönüşmesi, her muhalife "emperyalizmin maşası" yaftası yapıştırılması, en ufak itirazın dahi nefret dolu tehditlere yol açması yeni değil.
Oysa "olağan" bir otoriter rejimle dahi böylesine bir şiddet ve nefret dili bağdaşamaz: Düzeni korumak şöyle dursun, bizzat bu dil ve yönetim tarzı düzenin istikrarını durduk yere tehdit ederek toplumda denetlenmesi zor çalkantılara yol açabilecek niteliktedir.
Sonuç olarak, özünde "sıradan" denebilecek barışçıl bir kent protestosuna karşı bile böylesine ölçüsü kaçmış bir şiddet ve nefret diline başvuran her iktidarın niyeti sorgulanır, herkes tarafından da sorgulanmalıdır:
"Hain" ve "terörist" olarak tanımladığınız, "buraya ait olmadıklarını" uluorta ilan ettiğiniz bu insanları, yani toplumun yarıdan fazlasını oluşturan milyonca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını hangi yöntemle "etkisiz hale" getireceksiniz?
Vatandaşlıktan atıp "tehcir" mi edeceksiniz?