Murad Mıhçı
Diyanet’e rahip atasaydık nasıl olurdu?
"Kendi adıma konuşursam, insanlığın mı Tanrı'yı, yoksa Tanrı'nın mı insanlığı yarattığına kafa yormayı bırakalı çok uzun zaman oldu."
Dostoyevski
Bugünkü yazımı, Hıristiyanlık dini mensubu ve Türkiye vatandaşı bir birey olarak Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine kendi perspektifimden yazmaya karar verdim.
Beni tanımayanlar için ek bir bilgi: Kilise korolarında bulunmuş, kilisede dini ayinlerde görev yapmış biriyim. Uzun bir süre boyunca halklar ve İnançlar üzerine çalışmalar yaptım…
Yazının başında diyanet kelimesinin Türkçe mealini hatırlatmak isterim: ‘’Din kurallarına tam bağlı olma durumu.’’
Yani lügata göre dinine bağlı olmak, kurumlarına tam bağlılığı savunmak anlamında. Bu tanıma göre ülkede yaşayan ve dinine bağlı her bireyin devletin dini kurumu olan Diyanet Başkanlığı’nın başına memur olarak gelme hakkı var.
Dine bağlı olmak kriterini baz alırsak bu soruyu sormak icap eder: Neden bizler veya farklı din mensubu insanlar bu kurumun içinde hiç yer almaz? Bu soru aslında dine bağlılık sözünün arkasına saklanma halinin bir nevi kanıtı.
Diyanet İşleri Başkanlığı geçmişte de sadece tek bir din ve mezhep için var olmuş bir kurumdu. Fakat günümüz iktidar döneminde daha başka alanda da kullanılıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı, AKP iktidarının - özellikle mütedeyyin olarak oy veren kitle ve ideolojisi bazında - çok da önem verdikleri bir yapı değildi. Bu cenahta, bu yapının devletin dini dayatma aracı olarak görüldüğü pek çoğumuzun hafızasında.
Bugün ise geçmişteki eleştirileri ispatlarcasına, Diyanet kurumu iktidarın görüşünü dayatmaya yarayan önemli bir araç haline dönüştü. Yani iktidarın kendi yorumladığı din dayatması üzerinden işlev görüyor.
"Peki, Aleviler, Hıristiyanlar, Ezidiler, Museviler bu dini yapının neresinde?" diye sorabilirsiniz. Cevabı kısa ve öz bu sorunun: Akıllarına geldiğinde ülkenin bütününü oluşturan mozaik ve renk boyutunda…
İşlerine geldiğinde ve dışarıya foto vermek istediklerinde, tek bir dinin ve mezhebin diğer dine üstten bakışından vazgeçmeden sahte bir imaj çalışması yapıyorlar. Bunun yanında diğer dinlerin ruhani kurumlarını dizayn etme cüretini bile gösteriyorlar.
Buna en basit olarak örnek olarak, yapılamayan ve engellenen Ermeni Ortodoks kilisesi Patrik seçimi. Uzun zaman sonra tekrar seçim yapıldı fakat dayatılan bu usulsüz seçim infial yarattı.
Bu konu, Hıristiyan Ortodoks Ermeniler için o kadar büyük bir sorun haline geldi ki, topluluk 4 ayrı gruba bölündü:
1. Olan her kim olursa olsun umursamayanlar.
2. Seçilen bir Patriğin en azından Patrik vekilliğinden daha iyi olduğunu düşünenler.
3. Diğer patrik adayını destekleyenler.
Ve benim de içinde olduğum
4. Grup: Seçimin usulsüz olduğuna ve gelecek için daha vahim tablolar yaratacağına inananlar.
Atanmış Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş için diğer mezhep ve dinlerin yeri ne kadar derseniz, cevap, iktidarın siyaseti kadar olur.
Günümüzdeki iktidarı biraz da Osmanlı örneği üzerinden değerlendirmek gerekir. Diyanet İşleri Başkanı’nın Osmanlı’daki karşılığını Şeyhülislam. Şeyhülislamın padişaha karşı bir söz hakkı vardı. Ali Erbaş, Erdoğan’ın sözüne, isteğine karşı gelebilir mi? Hepimizin ortak görüşü bunun asla olmayacağıdır. Bir yanıyla Osmanlı’yı savunan iktidar, aslında öyle davranmıyor.
İnançlar ekseninde ortak bir aklı oluşturma anlayışı, ne yazık ki Cumhuriyet’in kuruluşundan beri hiç olmadı. Siyasallaşan dini anlayış, hiçbir din mensubu için gerçek din değildir…
Atanmış Diyanet İşleri Başkanı çok net ki önümüzde seçim döneminde iktidarın en büyük kozu olacak. Dini eksenden ve gerçekten siyasallaşmamış kesimlerden ciddi bir oy kaybı yaşadığını gören iktidar, kazanımlarını artırmak için sözde herkesin sesi olması gereken memur Ali Erbaş’ı kullanmayı sürdürüyor.
Peki, şimdi denklemi tam tersine çevirerek gidelim. Din işlerinden sorumlu kişi her zamanki gibi Sünni mezhepten biri olmasaydı, hatta daha da ileri gideyim bir Hıristiyan rahip ya da bir Alevi dedesi olsaydı ne olurdu?
İnanın bugün yaşananlardan çok da farklı bir tablo ortaya çıkmazdı. İktidarlar her daim kendine bağlı Alev ve Hıristiyan yaratmayı hep bildiler. Bunu her toplum deneyimliyor aslında.
Tam da bu çerçevede siyasallaşan dini anlayış, dünya üzerinde kavgaları ve savaşları yüzyıllar boyunca var etti. Hangi din olursa olsun, sadece şekle dayanan dini anlayış hep vardı ve var olmaya devam ediyor. Bundan da en çok birbirini tanıyamadığı için her anlamda kopan halklar nasibini alıyor.
Yakın zamanda Ali Erbaş, Yargıtay yeni binasının açılışına katıldı. Bu açılışta neler hissettiğimizi anlamak için biraz bizim yerimize koyun kendinizi. Açılış sırasında edilen dualar, söylenen sözler İslami bir dildeyse ve sadece Müslümanlara hitap ediyorsa, bizler kendimizi hukuk önünde ne kadar eşit vatandaş görebiliriz?
Amerika’daki Türk Evi’nin açılışında yine atanmış memur Ali Erbaş vardı. Bu evin yapımında herkesin katkısı var. Fakat ev "Türk’’ adıyla ve İslami bir dille açıldı. Bu evle bir Türkiyeli vatandaş olarak benim bağım da olmalı ama bu ne kadar mümkün? Açıkçası ayrıştırıcı bir sistemi var etmek yerine o güzel binayı ülkemizde yaşayan tüm unsurların katılımıyla açmanın düşünülmemesini bile geleceğimiz açısından kaygı verici buluyorum…
Geçmişte vekil adayı olduğumda bir programda, "Eğer partiniz seçimi kazanır, iktidar olursa ve siz de seçilirseniz ne yapmak istersiniz? diye bir soru gelmişti. O dönemler Hıristiyan Ermeni veya Süryani bir vekilin meclise girmesi bile çok enteresan görülüyordu. Ben de yapmak istemediğim şey üzerinden şöyle bir cevap vermiştim: "Eğer seçimi partim kazanırsa, örgütümüzden özellikle rica edeceğim. Bu konuda en fazla mağdur olan kesimlerden birinin mensubu olarak din işlerinden sorumlu biri olarak görev almak istemem. Neyi yapmam gerektiğini çok iyi bildiğim halde asla bunu istemem."
Elbet bu sömürü düzeni inançların üzerinden de elini çekmek zorunda kalacak. İşte o zaman lüks ve şatafat değil, gerçek dini hassasiyetler veya insana en çok yakışan yüksek bir maneviyat ve ahlak var olacak…