Murad Mıhçı
Diyarbakır’ın 07 plakaları…
"Sonra, dost düşman bütün insanlar sustu.
Yalnız analar ağladı, dünyanın iki ucunda…"
Bertolt Brecht
Bu haftaki yazımı birden fazla adı olan Amid, Dikranaged, Amed ya da Diyarbakır üzerine yazacağım. Tarihsel açıdan bu güzel şehre gitmek bana ilk defa nasip oldu. Bu kadar zamandır gitmediğim için geç kaldığımı söylemeliyim...
Geçen yazılarımda bahsettiğim gibi, ölenlerin defnedilememesinden ötürü yaşanan sorunlara öncelik veren bir çalışmadan bahsetmiştim. Ölümlere Saygı İnisiyatifi’nin bölge toplantısını izlemeye davet edildim. Önce pandemi falan dedim ama gazeteci arkadaşım Ali ve diğer dostların ısrarına dayanamayarak cesaretle uçağa bindim…
Uçakta yanıma oturan bir çift ile hemen sohbete başladım. Sohbet sırasında çift benim şehrin yabancısı olduğumu fark edip bir anda Amed halkının ne kadar misafirperver olduğunu anlatmaya başladı. Çift, kızlarını üniversiteye yazdırmış ve dönüyordu. Konuşma ilerleyince kızlarının Afyonlu bir ailenin kızıyla birlikte kalacağını ve kızın ailesinin söylediklerini aktardı. Afyonlu babanın, kızının beraber kalacağı arkadaşının ailesinin Kürt olduğunu anlayınca cümleye "Ya biz hepimiz Türk’üz" diye başlamasını üzülerek anlattı. Bunu benim kimliğimi öğrenince cesaretle anlatması da ayrıca bir dipnot olsun…
Yıllardır uçağa sürekli korkarak binmek zorunda kalan biri olarak hayatımda ilk defa hostesin bir yolcuyla ciddi kavgasına şahit oldum. Hostes, bir yolcunun kendi fotosunu çektiğini düşünerek tepki verdi. Tepkisi o kadar büyük oldu ki. Yolcu hemen telefonunu gösterdi ve kendini çektiğini göstermesi dahi ikna etmeye yetmedi. İnene kadar aralarındaki tartışma sürdü. Hostesin bu sefere kafasında soru işaretleriyle çıktığı çok aşikârdı. Bu tip durumlara Diyarbakır halkının alışık olduğunu kendi aralarındaki konuşmalardan fark ettim…
İnmeye yakın yanımda oturan aile beni merkeze bırakabileceğini söyledi. İtiraf etmeliyim ki aile Kürt halkının misafirperver olduğunu ispatlama çabası içindeydi.
Kendi kendime sordum. Ben o aile gibi tanımadığım kişileri arabama alıp İstanbul’da bir yere bırakır mıydım? Ya da hepimiz bu soruyu kendimize soralım…
Gazeteci arkadaşım Ali, beni alandan aldı. Uçağa bindiğimde kafamdaki Diyarbakır’dan çok farklı bir yer gördüğümü söylemem gerekir. İlk başta fark ettiğim detay 21 plakalı araçlar kadar 07, 34 ve 06 plakalı araçların olmasıydı. Gözlem için gözünüz açıksa bunu fark etmek çok zor olmuyor. Bunu dost sohbetlerinde açtığımda herkesin yorumu aynıydı. 21 plakalı bir araçla şehir dışına çıktıklarında yaşayacakları sorunları anlattılar. Kısa zaman evvel de Konya’da 21 plakalı araç kullanan bir şahsın başına gelenleri hatırlattılar. Bu nedenle 21 plaka dışında diğer 3 plakalı araçların olduğunu söylediler…
İlk dostlarla buluştuğum yer resmen beni büyüledi. Tarihi evlerin sokak aralarında bir kahve... Belli ki Ermeni yerleşim yeri olan o mahallenin içindeki bir evin avlusuymuş. Dar sokaklar arasındaki bu ferah avluda bir çay içmek aç karnına dahi olsa çok keyifliydi.
Yemek konusuna geçince anlatılanları Ermenilerin bu konuda yaşadığı hikâyeye benzettim. Buraya gelen turistlerin "Ah sizin tatlınız, ciğeriniz çok güzel" sözleriyle, "Bizim yan komşumuz Hayganuş teyze çok güzel topik yapardı" sözünün ne kadar benzer olduğunu gördüm. Dışarıdan gelen insanların, bölgede yaşayan küçük çocukları Ortadoğu’da bakımsız sümüklü çocuklar gibi varsaydıklarını ve buna göre kafalarında şekillendirdikleri hikâyelerin ne kadar fazla olduğunu gördüm sohbet boyunca…
Kalacağım yere geçtiğimde, ertesi gün toplantıya katılacak dostlarla tanıştım. Bazılarıyla çeşitli ortamlarda denk gelmiştik ama çoğuyla da sadece internet ortamında tanışmıştım. Yüz yüze sohbet etmek ayrıcalığını hemen orada fark ettim. Kamera karşısında sohbetler inanın çok soğuk.
Tabii toplantıya katılanlar arasında Kürt olmayan sayısı çok azdı. Ben de itiraf edeyim bu durumu olumlu ayrıcalığını kullandım. Herkes odasına çekildiğinde Dağ Kapı Meydanı’na çıktım ve yürüyüş yaptım. Bir gecem vardı ve şehir ise büyüleyici güzellikteydi. Günlük hayatta artık neredeyse olaganlaşan panzerler, akrepler haricinde her yanıyla yaşayan bir şehre tanık oldum. Gecenin 12’sinde ben de ciğer yiyerek Diyarbakır ritüelini yerine getirdim…
Tabii ki Diyarbakır’da dostlarım var ve hiç kimseye gideceğimi haber vermedim. Buradan öğrenen dostlardan bir özür dilemiş olayım. Sabah 10’da başlayacak toplantı öncesi erken kalkıp gezmek istedim. Yol beni Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ne ve acının ortaklaştığı Tahir Elçi’nin katledildiği Dört Ayaklı Minare’ye götürdü. Sanki yolu biliyormuşum gibiydi. Nasıl oldu da hiç bilmediğim sokaklarda benim gibi yön kavramı olmayan birisi bu yerleri gezerken bulabildi?
Bana göre bu sorunun tek bir cevabı var. Bu durumu kan çekmesinden başka hiçbir cevapla açıklayamayız. Tarihi Ermeni yerleşim yerlerini gezerken sanki kendimin bir parçasını bulduğumu söyleyebilirim. Elia Kazan’ın yıllar sonra memleketine geldiğinde babasının iş yerinin önünde sessizce oturup geçmişle konuştuğu anlar gibiydi adeta . Minare önünde önce Tahir Elçi ile konuştum. O katledilirken çekilen videoda yaşanan anları kafamda bir kez daha yaşadım. En sonunda da ruhunu selamladım…
Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin şantiyesine de girmeye çalıştım. Fakat demir kapı ile kapalıydı. Aslında girmeye çalıştığım yer sadece kilise değilmiş, koca bir mahalle girişiymiş. Yalan yok, kapıyı açtırabileceğim biri içerde olsaydı ben ne yapar eder girerdim ya da başıma belayı alırdım. Bu halimi gören bir esnaf "Abi istersen bizim lokantanın terasından görebilirsin" diyerek buyur etti. Hem de yeni yıkanan bir yere basıp çamur etmemi bile yok sayarak…
Terasa çıktım. Heybetli Keldani ve Ermeni kiliselerine bakarken aklıma Diyarbakırlı bir yakınımın babası geldi. Yıllar evvel kilisenin Osman Baydemir ve Abdullah Demirbaş döneminde restore edilişinden sonra kiliseye gidişini duymuştum. Marangoz olan arkadaşım babasının kilisede yaptığı eşyaları gördüğünü anlatmıştı. Aklıma Gavur Mahallesi’ni anlatan Migırdiç Margosyan geldi. Bugün bile hafızalarda yerini koruyan o heybetli kiliseleri dolduran Keldaniler, Asuriler ve Ermeniler de aklımdaydı. Yıllar sonra memleketine dönen Udi Hrant’ı da anmamak olmazdı…
Daha sonra bu güzel şehre gitmeme vesile olan toplantıya katıldım. Bu toplantıya uzun uzun yer vermek isterdim. Lakin o duygusal atmosferi ifade edecek kelimeler bence mevcut değil. Cizre’den, Şırnak’tan, Dersim’den, Siirt’ten gelen arkadaşların yaşadıklarını anlatmaları beni ve diğer herkesi fazlasıyla etkiledi. Toplantıda edindiğim izlenim batıda yaşayan bizlerin bile bölge halkından ne kadar uzak bir dünyada yaşadığımız oldu. Bu belki de çözümün en büyük anahtarı…
Yakınını kaybeden bir annenin "Barış olsun ve hiçbir anne ağlamasın" sözünün içtenliğini duymak kelimelere dökülmesi çok zor bir deneyimdi benim için. Onun yaşam amacının buna bağlı olduğunu anlamamak gerçekten insani olamamaktır. O katılımcıların benimle zaman geçirirken anlattığı konular hiçbir kitapta ya da yazılı basında yer almıyor. Bizlerin yaşanan sorunları görmek istememesi ise başka bir dramatik durum.
Toplantıdan sonra dönüş vakti geldi. Bir gün önce tanıdığım insanlardan ayrılırken yakınlarımdan ayrılıyormuş gibi hissettim. Atalarımın inşa ettiği ve varlıklarının hissedildiği yerlerin çoğunu görememenin üzüntüsüyle şehirden ayrıldım. Bu güzel şehirden bana kalan kendime ait bir parçayı bulma hissi ve toprağın kan çekmesi oldu. Üzüntüm 21 plakalı bir şehirde yerli halkların ayrımcılık yüzünden başına gelecekleri sorunlar nedeniyle başka şehirlerin plakalarını kullanmaları…