Fadıl Öztürk
Dünya bizim dışımızda, onların içindeydi
Ben bu yazıya gözü kapalı başlamadım. 'Gözlerimi çıkarıp masama koydum da öyle yazdım' diye başlamak isterdim. Olmadı işte, geciktim… Bir hayıflanma olarak algılayın bu yazacaklarımı. Süleyman'ı kaybettiğimden beri böyle düşünüyorum. Neyse ki, Ali hala yaşıyor derken, onunla buluşmayı düşünürken o da bir önceki yaz mezarının kıyısından geri dönen bulut olup düşmedi toprağa. Onunla buluşarak, geçmişe gidip tekrar bugüne dönme hayalimi dünyada tuttu.
Ali ve Süleyman; Güzel ve İmam'ın hayatta atı olmamış, ama Siirt Süvari Alayı'nda askerliğini yapmış, Selahattin'den küçük iki oğludur. Hüseyin, Mehmet, Necip, Hediye ve Zülfü'nün ağabeyleridir Ali ve Süleyman… Bütün tanıdıklarını boy, pos, saç ve ten rengine göre değil de, seslerinden tanıyan, çocukluğumdan beri tanıdığım, duvar dibinde yan yana çömelerek, sessizce dünyanın karanlığında oturan iki kardeştir…
İmam ve Güzel'in Ali ve Süleyman hariç, diğer bütün çocukları baraj inşaatlarında formen, kaynakçı, inşaat kalfalığı gibi işlerde çalışıp, birer usta olarak emekli oldular. Şimdi Ali ve Süleyman hariç, her bir kardeş bir başka şehirde, çocuk ve torunlara karışmış olarak yaşıyorlar. Hepimiz gibi ancak düğün ve cenazelerde bir araya gelebiliyorlar.
Ali ve Süleyman, duvar dibinde, güneşe karşı, sessiz, sakin ve esmer büyüdüler. Bu onların tercihi değildi, dünyaya bir organları eksik, gözsüz gelmişlerdi. Dünya bizim dışımızda, onların içindeydi. Bizim gibi güle oynaya bir çocukluk geçirerek büyümediler elbet. Işığın ne olduğunu bilmedikleri için, içinde yaşadıkları karanlığa da bir anlam verdiklerini sanmıyorum. Bu görmez hallerine isyan ettiklerine bugüne kadar hiç tanık olmadım. Bir kere dünyayı görenlerin asla kabul edemeyeceği bir haldi yaşadıkları.
İmam ve Güzel’in çocukları büyüdükçe tek gözlü evleri yetmez olmuştu onlara. Evlerinin üstüne bir kat daha çıkmışlardı. Çocuklar evlenince o ev de onlara yetmemiş, yakındaki tarlalarına iki katlı, çok odalı bir ev yapıp oraya yerleşmişlerdi. Eski evlerindeki ağaç cinsindeki malzemeyi almış, geri kalanı yağmur ve karın insafına bırakmışlardı.
Paranın olmadığı, trampa (değiş tokuş) yöntemiyle alışverişin yapıldığı, yani tavuğun darphane, yumurtanın para yerine geçtiği zamandı. Çerçi Kel Hacı'nın tahta bavulunda don lastiğinden tutun da, cep aynasına varıncaya kadar her şeyin olduğu, bütün ihtiyaçlarımızı karşıladığı zamandan bahsediyorum. İşte o zamanlarda tıpkı bizim gibi Ali ve Süleyman da büyüyorlardı. Bizden önce büyümeye başladıkları için yetişemiyorduk onların büyümelerine.
İşte bu büyüme günlerinin birinde, İmam Amca'ya kim söyledi bilmiyorum, onları dinledi, Ali ve Süleyman'ı dilenmeleri için Elazığ'da götürdü. Fakirliğin gözü çıksın. Gidiş o gidiş, bir daha dönmediler köydeki evlerine, o güneşli duvar dibine. Ucuz, on kişinin bir odada kaldığı, adı otel olan yerlerde kaldılar. Kolay olmamıştır elbet ama düşünsek bile tasavvur edemediğimiz bir hayat yaşayıp geldiler bu günlere.
Abileri Selahattin evini Elazığ'a taşıyınca, kardeşlerini yanına almak istemişti. Süleyman bu teklifi kabul edip abisinin evine yerleşmiş, yeğenlerine bakıcılık yapan, görmez bir amca olmuştu. Arandığım yıllarda birkaç gece Selahattin'de kalmış, Süleyman'la sohbetler yapmıştık. Onların içindeki dünyanın bizim düzeltmeye çalıştığımız dünyamızdan çok farklı olduğunu o günlerde anlamıştım.
Başına buyruk bir karakteri olan Ali ise abisi Selahattin'in teklifini kabul etmemiş, öğrendiği hayattan taviz vermeden son yıllara kadar yaşayıp gelmişti. Kardeşlerinin her teklifini geri çevirmişti Ali. Bir seferinde 'Gözüm bağlı bir hayat yaşıyorum. Bu bana bir cezadır ve cezamı çekiyorum. Bu yük bana yeter, bir de size yük olmayayım, çekin gidin evinize' demiş.
Arandığım yıllarda Elazığ'ın Gazi Caddesi'nde, Mehmet Zeki İlkokulu'nun bahçe duvarının dibinde oturur bulurdum Ali ve Süleyman'ı. Yavaşlar onları sormaya yeltenirken ayak sesimden beni tanıyarak, benden önce davranıp, 'Fadıl, bırayê mın' Çeri?'* diye sordukları çok olmuştur. 12 Eylül öncesinin çatışmalı ortamının farkındaydılar ve benim hayatımı kendilerine kaygı ediyorlardı.
Bazen de değirmenden yeni çıkmış gibi üstleri başları bembeyaz bulurdum onları. Kaldıkları ucuz otellerde onlara dadanan haşerelerden kurtulmak için kendilerini DDT'ye buladıklarını öğrenmiştim. Büyümek anneden babadan kurtulup başının çaresine bakmaktı ve onlar da, hepimizden iki göz eksikle büyümüş, başlarının çaresine bakıyorlardı. Devrimci bir hayatı tecrübe etmiştim ama o hayat bazı hayatların da daha farkında olmamı sağlamıştı.
Cezaevinde yazmaya başladığımda Ali ve Süleyman hep aklımdaydı. Cezaevinden çıkınca gidecek, Ali'yi Elazığ'da bulacak, önce aramızda geçen onca zamanı bir kenara iterek, Ali'yle anlaşarak, onların hayatını yazmak için onun gibi bir zaman yaşayacaktım. Gözlerimi bütün gün kapatmak kolay olmayacak diye, yeni bir güneş gözlüğü alacak ama zımparalayarak eskitecek, onun gibi giyinecek, onun yemek yediği lokantada yemek yiyecek, yattığı otelde yatacak, yıkandığı hamamda yıkanacak, onun gibi dünyayı dışarıda bırakarak yaşayacak, o tecrübe ile onların hayatını yazmaya öyle başlayacaktım. Dilenerek elime geçecek para bütün masraflarımı karşılar diye de düşünmüştüm.
Selahattin'le beraber Antalya'ya taşınan Süleyman'ın geçen baharda, balkondan düşüp öldüğünü duyduğumda yazdığım bütün yazı, şiir, öykü ve denemelerimin mürekkeplerinin silindiği acısını yaşadım. Günlerce virane bir evin kapısını çarpıp durdu rüzgar. Sonra 'Ali yaşıyor' tesellisiyle kendimi toparladım.
Hayat bizim istediğimiz gibi akmıyor ne yazık ki. Süleyman'ın ölümünün ardından, Ali Elazığ'da kalp krizi geçirip, yoğun bakıma kaldırıldığı haberini alan bütün kardeşler tek tek Elazığ'a gelirler. Ali'den umudu kesen doktor 'Gidin hazırlığınızı yapın' der. Mehmet köye geçer ve babasının mezarının yanında Ali'ye bir mezar kazarak hazırlık yapar. Ali kefeni yırtıp o yoğun bakım odasından kalkıp hayata yürür. İşte o gün, kardeşlerini dinler ve alıştığı hayata veda ederek, Mersin'de yaşayan tek kız kardeşi Hediye ile yaşamaya başlar. Hediye'nin Almanya'da yaşayan kızı doğum yapacağı için, kızının yanına gitmeden önce Ali abisini Mehmet abisine bırakır. Mehmet de yazları köyde kaldığı için, Ali'yi beraberinde alıp köye götürür. Bundan birkaç ay önce Mehmet'i arayıp Ali'yi sormuştum. O da, Ali'nin iyi olduğunu ama günde seksen bardak çay içmesinden şikayetçi olduğunu söylemiş, gülüp espriler yapmıştık. Benimle görüşüp bütün hayatını yazmam için anlatmayı Ali de istiyormuş. Bir sonraki yaza sözleşmiş telefonu kapatmıştık.
Bugün Ali’nin köyde kötüleştiğini, Tunceli Devlet Hastanesi'nde yoğun bakıma kaldırıldığını öğrendim. Kendisinde değilmiş Ali. Doktorlar kardeşlerine 'Bekleyip perişan olmayın burada, telefonlarınızı bırakın ve gidin evlerinize, biz size haber veririz' demişler. Sokaklarda, otellerde, duvar diplerinde yaşanmış kocaman bir hayat, bir telefonla gelecek haberin ucunda sallanıyormuş.
Nereden hayata başlamışsanız dünyanın merkezi orasıdır. Büyük ülkelerin büyük şehirleri yanıltmasın sizleri. Onlar birer çağ yanılsaması, birer göz boyamasıdır. Her insanın hayatı kocaman bir dünyadır. Ali ve Süleyman gibi gözleri görmeyenlerin de kendi içlerinde yaşadıkları ayrı bir dünya vardır.
*'Fadıl, kardeşim nasılsın?'