Levent Köker
“Dünya Hukuk Günü” vesilesiyle Avrupa ve Türkiye
İsviçre’nin Cenevre kentinde, 9-14 Temmuz 1967 târihinde toplanmış olan bir konferans, Bakanlar Kurulu kararıyla 10 Temmuz’un “Dünya Hukuk Günü” veyâ “Dünya Hukukçular Günü” olarak kutlanmasına vesîle olmuş.
Bundan 56 yıl kadar önce, hemen hemen bütün devletlerden hukuk mesleğinin pratiğini yapanlarla bilim insanlarını biraraya getiren bu konferansın ana teması, hukukun bir araç olarak dünya barışının inşâ edilmesinde nasıl işlevsel kılınabileceği üzerinde ciddî fikir üretmekti. Devletler arasındaki ilişkilerde cebir kullanmanın yerini müzakere ve uzlaşmanın almasını sağlayarak, insanlığın eşitsizlik, hastalıklar, açlık ve cehâlet gibi sahici dertlerini öne çıkarmak amaçlanıyordu. Hukuk, ciddî kurumsal yapılar aracılığıyla hâkim kılındığı takdirde, güç ve savaşın yerini adâlet ve barış idealini esas alan bir dünyâ düzeninin temelini oluşturacaktı.
Yarım asırdan daha uzun bir zaman sonra, bugünün dünyâsına baktığımızda, maatteessüf Konferans’ın başarıya ulaşamadığı sonucuna varmamız gerekiyor. Aslında, 18. yüzyılın sonlarına doğru Immanuel Kant tarafından yazılmış olan “Ebedî Barış Üzerine Felsefî Deneme”den bu yana, dünyâ üzerinde kalıcı barışın koşulları üzerinde çok düşünce üretilmiş, çok konferanslar yapılmıştır. 1967 Konferansının önemi, herhâlde barış için hukukun temel bir araç olarak nasıl işlevselleştirilebileceğine öncelik vermesiydi.
DEVLETLERARASI İLİŞKİLERDE GÜÇ MÜ, HUKUK MU?
Burada Konferans ile ilgili ilk dikkât çeken nokta, Soğuk Savaş’ın damgasını vurduğu uluslararası ilişkilerde Batı Bloku’nun önderliğini yapan ABD’nin hiçbir biçimde kabûl edilmesi mümkün olmayan bir saldırganlıkla başlattığı Vietnam savaşıydı. Kezâ, o dönem İsrail-Mısır savaşı olarak görünen ama aslında Orta Doğu’daki kalıcı savaş olgusunu bir momentini ifâde eden olguya da dikkat çekmek gerekir. Yâni, bir yanda hukuku ve adâleti hâkim kılarak dünyâ barışını tesis etme hedefi, diğer yanda bu hedef etrâfında dünyâ ülkelerini biraraya getiren büyük güçlerin öyle veyâ böyle savaşı ve savaşçı ortamları teşvik eden, hattâ teşvik etmenin ötesinde baş aktör olarak savaşçı davranışlarla politika yapmaları.
Bu çelişkiler bugün de devam ediyor. Bir yanda, içinde insan haklarının merkezî bir yere sâhip olduğu hukukun evrensel ilke ve değerleri, bunların gözetilmesi gerektiğine dâir bir ısrar. Bu ısrarın bir tezâhürü olarak uluslararası insan hakları hukuku içinde düşünebileceğimiz ve devletlerin insan hakları ihlâllerine son vermeyi amaçlayan kurumsal mekanizmalar. Diğer yandan, yükselen otoriterlik dalgası üzerinde yer alan ülkelerde, bu mekanizmalara karşı oluşan direnç ve bu direnç karşısında etkili olamayan uluslarüstü kurumlar.
Kezâ, uluslararası ilişkiler alanında, Birleşmiş Milletler’in 1945’ten beri benimsenmiş olan “saldırı savaşının gayri meşrû” olduğu kuralına karşı, ortada bir saldırı yokken, iddia edilen bir saldırı potansiyelini yok etmek için kuvvet kullanmayı (İngilizcesiyle preemptive strike) haklı gösteren bir “doktrin”in yerleşmesi.
Aslında, bütün bu çelişkilerin ardında, devletlerarası ilişkilerde hakkaniyetin ve hukukun mu yoksa devletlerin çıkarlarının mı hâkim olması gerektiği konusundaki kararsızlık yatıyor. Devletler, hem otoriter yöneticileri için ve hem de onların demagojik söylemlerine kapılma kolaycılığında bir rahatlama imkânı bulan amorf kitleler için, doğru dürüst tanımlamaktan dahi âciz oldukları “çıkar” kavramı temelinde hukukun arkasından dolanabileceklerini hattâ doğrudan çiğneyebileceklerini düşünüyorlar. Güçleri yetiyor veyâ devletlerarası ilişkilerdeki güç dengelerinin o ânki durumu (Realpolitik) elveriyorsa, yapıyorlar da. Böylece, ilk bakışta, devletlerarası ilişkileri belirleyen temel kavram olarak güç öne çıkıyor ve güç öne çıkınca da,sıcak veyâ soğuk, “savaş” bu ilişkilerin esas ortamını belirliyor, hakkaniyet, hukuk, barış vs.bunlar devre dışı kalmış gibi görünüyor.
SAVAŞIN EVRENSELLİĞİ İDDİASINA KARŞI EBEDİ BARIŞ FİKRİ
Devletlerarası ilişkiler, bu gözlem doğruysa, tam da Thomas Hobbes’un o ünlü tasviriyle, “herkesin herkesle savaş hâlinde olduğu” bir doğa durumu niteliğinde görünüyor. Burada “herkes” “her devlet” demek tabiî ki. Hobbes’un bu tasvirinde herkesin herkesle savaşı, herkesin herkesi öldürebilecek olması demek. Devletler için de bu, her devletin diğer devleti yok etme potansiyeline sâhip olması anlamına geliyor ama tek başına ama bir “ittifak” hâlinde. Böylece “devletin çıkarı” da, varlığını korumak, yâni bekâ ile özdeşleşiyor. Bekâ sorununun ortadan kalkması için iki yol var: Ya diğer bütün devletler yok edilecek ve sâdece siz dünyâ üzerindeki tek devlet olarak kalacaksınız, ya da o kadar güçleneceksiniz ki, diğer bütün devletler size tâbi bir konuma girecekler. Bu iki durumun olmadığı her şart altında, her devlet, diğer her devleti bir tehdit olarak görecek ve savaş kalıcı bir durum olarak evrenselleşecektir.
Böyle bir dünyâda yaşanır mı? Devletler yüzlerce yıldır yaşıyorlar. Ama, böyle sürekli savaş durumunda yaşamanın doğru olmadığının idrâkine vardıkları zamanlar olduğunda, barış için arayışlara giriyorlar, özellikle de uluslararası hukunun gelişmeye başladığı 17. yüzyıl ortalarından îtibâren bu arayışlar giderek sıklaşıyor, dünyâ barışını temin etmek için geliştirilen kurumlar ve mekanizmalar daha etkili hâle geliyor.
Bununla birlikte, henüz dünyâ devletlerini ortak bir hukuka tâbi kılarak, barışı kalıcı bir biçimde geçerli kılacak bir “kozmopolis düzeni” kurulabilmiş değil. Bu yönde farklı düşünsel arayışlar var. Buna karşılık, bâzı devletler kendi iç düzenlerinde barışı büyük ölçüde yerleştirebilmişler. Bunları, 20. yüzyılın önde gelen Kantçı düşünürlerinden John Rawls’un terimiyle, “iyi örgütlenmiş toplumlar” olarak tanımlayabiliriz. Bu tür toplumların ayırdedici özelliği, devletin toplumların irâdesini ortaya koyan bir anayasa temelinde oluşan hukuk düzeninin uygulayıcısı olarak öne çıkmaları. Bir diğer deyişle bu toplumlar, eşitsiz toplumsal, ekonomik ve kültürel özelliklerin belirlediği birey ve grupların üzerinde mutabakat sağlamış oldukları bir anayasa düzeni içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Devlet, modern anlamıyla, bu düzenin kurallarına uymayı sağlamak için fizikî cebir kullanma tekeline sâhip bir mekanizmalar bütünü olarak, bu düzenin uygulayıcısı.
ÇIKARCILIK İLE BARIŞIN UYUMSUZLUĞU BAĞLAMINDA AVRUPA VE TÜRKİYE
Rawls, müstakbel bir dünyâ barışının bu “iyi örgütlenmiş toplumlar” arasında inşâ edilebileceğini düşünüyordu. Türkçe’ye “Hakların Yasası” diye tercüme edilmiş olan eserinde bu temayı enine boyuna işlemişti. Bu düşüncenin ve bu düşünceyi de içine alan siyâset ve hukuk kuramının eleştirisi bir yana, öyle sanıyorum ki, Avrupa bölgesi bu düşüncenin geçerliliğini test edebileceğimiz bir dünya bölgesi olarak öne çıkıyor. Burada Avrupa bölgesi derken, Rusya’nın ihracından sonra 46 üyesi kalmış bulunan Avrupa Konseyi (AK) ile Birleşik Krallık’ın ayrılmasından sonra 27 üyesi bulunan Avrupa Birliği’ni (AB) kastediyorum.
Avrupa Konseyi’nin temel mutabakatı, kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Avrupa Birliği’nin de bir dönem çok konuşular ekonomik kriterlerinin yanında, Birlik üyelerinin karşılamaları gereken siyâsî kriterleri de bulunmaktadır ve bu ikinci grup kriterler arasında en belirleyici olanı yine AİHS’dir. Bu iki grup arasında, kanımca Avrupa Birliği üyeleri, Rawls’un sözünü ettiği “iyi örgütlenmiş toplumlar” tipine en yakın ülkelerdir. AK ülkelerinin tümünü bu nitelikte ülkeler olarak görmemiz henüz mümkün değildir.
Şimdi, Dünyâ Hukuk Günü vesîlesiyle girmiş olduğum bu konu bağlamında, Türkiye’ye bir bakalım. 10 Temmuz Dünyâ Hukuk Günü’nün kutlandığı, dünyâ üzerinde barışı sağlayacak bir hukuk düzeninin değerini yeniden hatırlamamızın istendiği bu günde Türkiye, yaklaşan NATO zirvesi vesîlesiyle, ABD ile olan temaslarında, AB üyeliği sürecinin yeniden canlandırılmasını istemiş. Medyanın aktardığına göre bu isteğin içinde dile getirildiği koşullar ise, İsveç’in müstakbel NATO üyeliğine karşı Türkiye’nin îtirazı. Türkiye, haberlere göre, AB üyeliğinde önünün açılmasına karşılık İsveç’in NATO üyeliğinin önünü açacağını söylemiş.
Burada, izninizle yine o kelimeyi kullanacağım, maatteessüf dikkât çekici olan iki nokta var. Bunlardan ilki, Türkiye’nin bir süredir Avrupa Konseyi nezdinde gözetim altındaki ülke statüsüne düşürülmüş olması. Buna ek olarak, AİHM’nin kararlarını uygulamadığı için Bakanlar Komitesi tarafından bir müeyyide uygulanması beklenen bir ülke durumunda bulunması. Dahası, uygulanmayan AİHM kararlarının içinde, AİHM’e göre Türkiye’nin AİHS’ni siyâsî sâiklerle ihlâl ettiğinin tesbit edilmiş bulunması. AK üyeliği dahi bu duruma gelmiş olan Türkiye’nin AB üyeliği için istekli gibi görünmesinin ciddiyeti, elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir husus.
İkinci nokta ise, NATO Genel Sekreteri’nin açıklaması. Stoltenberg, Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili isteğini desteklediği açıklamış. Bakarsınız AB yetkililerinden de bir destek gelebilir, ancak bu noktayı henüz bilmiyoruz. AB’nin İsveç’in NATO üyeliğini desteklemesi anlaşılabilir bir tutumdur. Sonuçta bu, hukuk tanımazlığı nedeniyle AK’nden de ihraç edilmiş olan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan süreç içinde öne çıkan bir konu. Bir bütün olarak AB’nin “çıkarları” gereği olarak böyle davranıldığı da söylenebilir. Bununla birlikte, AB’nin kendi çıkarı doğrultusunda hareket ederek, Türkiye’ye destek vermeye yönelmesi, siyâsî rejimi ve pratiği ile AB kriterlerinden iyice uzaklaşmış olan bir otoriter devlete destek olması anlamına gelir ki, çok eleştirilen “mülteci sorunu”ndaki çıkarcı tutumuyla paralel bir davranış olarak karşımıza çıkar. Bu konuda çok müdahil olması beklenmeyen AK’nin zâten devletlere geniş bir hareket alanı bırakan uygulamaları gâyet iyi biliniyor.
Bir kez daha, çıkarların ve araçsal mantığın hâkimiyetine karşı hukukun, insan haklarına dayalı bir düzen talebinde ısrarcı olunması gerektiğini vurgulamak zorundayız. Hayalcilik dozu kuvvetli bir soruyla bitireyim: Olur da İsveç’in NATO üyeliğine karşı Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinin canlandırılması kabûl edilirse, AB siyâsî kriterlerine uyum için rejim değişikliği de gündeme gelir mi? Ne dersiniz?
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.