Geçmişteki gelecek

Geçmişteki geleceği doğru keşfetmek gerekiyor ve bunun için gerekli olan şey de toplumsal ve siyâsî bellek.

Cumhuriyet’in yüzüncü yılına çok az kaldı. Yüzüncü yıl nasıl bitecek ve "ikinci yüzyıl" nasıl başlayacak? Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında şimdi yaşamakta olduğumuz sorunlar çözülebilecek mi? Şimdi çözmediğimiz, çözmeyi beceremediğimiz sorunlar geleceği nasıl etkileyecek? Dahası, gelecekte acaba şu âna kadar bilmediğimiz, tecrübe etmediğimiz yeni sorunlar ortaya çıkacak mı?

İçinde bulunduğumuz ve "şimdi" ya da "bugün" terimleriyle karşıladığımız zaman dilimi, aslında çok çok kısa bir an, hemen geride kalıp "geçmiş"e dönüşüyor ve geçmişe dönüşürken, biz de "bugün" dediğimiz anda "gelecek" olarak nitelendirdiğimiz bir zaman dilimine zâten geçmiş bulunuyoruz. Aydınlanma üzerine klâsikleşmiş çalışmalarıyla önde gelen düşünce târihçilerinden Carl Becker, insan olarak "geçmişin öldüğünü, geleceğin ise vâr olmadığını, yalnızca şimdinin gerçek olduğunu" düşünme eğiliminde olduğumuzu yazmış ve eklemişti: "İnsan, bugünün geçip gitmekte olduğunun ve tam da bu nedenle bugünden sâdece bugün olduğu için iyi bir şekilde yararlanmanın mümkün olmadığının pekâlâ farkındadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim için bugün hiç vâr olmaz veyâ olsa olsa zamanda ölçülemeyecek kadar küçük bir an olarak bulunur, bugün olarak kaydedebilmemizden önce geçip gitmiştir bile. Bununla birlikte, bir bugüne sâhip olmamız da zorunludur ve geçmişi kurcalayarak, en yakın târihli olaylara tutunarak ve bunların bizim dolaysız algılarımıza âit olduklarını zannederek, kendimize bir bugün yaratırız."* Bu argümanın devâmında Becker, büyük harfle yazdığı "Bay Herkes"in (Mr. Everyman) kendi târihini oluşturduğunu, çünkü bir kimsenin ihtiyaçlarını ve arzularını geçmişteki olayları hatırlamaksızın bilemeyeceğini ve bunları karşılamak için herhangi bir şey yapamayacağını, bu nedenle herkesin kendisine göre bir "geçmiş" oluşturduğunu vurgulamaktadır.

Buradaki "Bay Herkes", bir birey olabileceği gibi toplum da olabilir veyâ bir toplum içindeki gruplar, örneğin sınıflar, kavimler, cemaatler, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet yönelimi temelindeki ayrışmalar, siyâsî fikirler ve hareketler, vs. de olabilir. (Becker cinsiyetsiz "everyone" yerine "everyman" diye erkek referanslı yazıyorsa da, bu tercihi elbette bizi bağlamaz!)  Her halükârda, "bugün"deki sözlerimiz ve eylemlerimiz, mutlaka "geçmiş"e referansla belirlenen ihtiyaç ve isteklerimiz tarafından şekillenmekte ve aynı zamanda "gelecek" dediğimiz, henüz vâr olmayan bir zaman diliminde olacakları da belirlemektedir.

O hâlde soru: İçinde bulunduğumuz "bugün", Türkiye’nin ihtiyaçları ve Türkiye için istememiz gerekenler nelerdir? Sorunun cevâbı, "geçmiş"i değerlendirmeyi gerektirmektedir ve tabiî burada da karşımıza "geçmiş" kavramının referans aralığı ile ilgili bir sorun çıkmaktadır. Yazarımızın dediği gibi, bugün zaman içinde "ölçülemeyecek kadar küçük bir ân" ise, geçmiş de aynı şekilde ölçülemeyecek kadar geniş, hattâ başlangıcı belli olmayan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu nedenle, "bugün"ün söz ve eylemlerini belirleyen geçmiş, "yakın geçmiş" olarak nitelendirilmektedir. Ama, ne kadar yakın?

En yakından başlayalım. Buradaki "bana göre en yakın" geçmiş için referans noktası 2015 yılı olayları. Olayların başlangıcında, Türkiye’de silâhlı çatışmaların sona erdirilmesi, barışın sağlanması ve bu durumu pekiştiren yeni ve demokratik bir anayasa düzeninin kurulması taleplerinin resmen kamu oyuna duyurulması (28 Şubat 2015, Dolmabahçe Mutabakatı) var. Sonra, bu mutabakatın devlet yönetimi tarafından reddi, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olma imkânını kaybetmesi, HDP’nin dışlanması sûretiyle hükûmet kurulamaması ve seçimlerin yenilenmesi kararı, Cumhuriyet târihinin en kanlı ve çatışmalı ortamından geçilerek 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP’nin yeniden tek başına iktidar olarak çıkması ve sonrasında 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, iki yıllık OHAL ve OHAL döneminde yapılan Anayasa değişikliği ile geçilen "başkancı rejim".

Bu yakın geçmiş referansıyla varılan sonuca göre, "bugün" Türkiye’nin ihtiyâcı, bu rejimin değiştirilmesi ve demokratik bir geleceğin inşâ edilmesidir. Bu hususta, iktidardaki Cumhur İttifakı hâriç, tüm siyâsî partiler ve gruplar neredeyse tam bir ittifak hâlindedirler. Bununla birlikte, önemli ve temel bir ayrışma gözlenmektedir. Muhalif partiler ve gruplar arasında yaşanmakta olan bu ayrışmanın esas olarak HDP’nin "dışlanması"na özel bir önem gösterilmesi nedeniyle oluştuğu açıktır. Bir diğer deyişle, HDP’nin dışlanmasına özel bir ihtimam gösteren Altılı Muhalefet’in kabûl ettiği geçmiş kurgusunda 2015-2016 olayları "ölü geçmiş" gibi görünmektedir. Açıkça görülen şu ki, Altılı Muhalefet, en temel sorun olarak parlâmenter sistemin terk edilmesini görmekte ama, bu sistem değişikliğinin hangi olayların sonucunda ortaya çıktığını açıklamaktan kaçınmaktadır. Parlâmenter sistemden bugünkü başkancı sisteme geçiş yanlış ise, bu yanlış geçmişteki başka yanlışların sonucudur, öyle olmalıdır. Dolayısıyla, gelecekteki "doğru"nun ancak geçmişteki yanlışların farkında olunmasıyla inşâ edilebileceği fakat, Altılı Muhalefet’in böyle bir farkındalıktan kaçınmakta ısrar ettiği görülmektedir.

Bu durumda bir soru daha akla geliyor: Altılı Muhalefet’in geçmişteki yanlışları görmekten kaçınmasında, aslında devlet yapısı ile paylaşılan bir ideolojik ortaklık rol oynuyor olabilir mi?

Bu sorunun cevâbını Altılı Muhalefet’in ana bileşenlerine bakarak cevaplandırabiliriz. Örneğin CHP, 2015-2016 sürecinde, özellikle de 7 Haziran seçimlerinden sonra, HDP’nin dışlanması olarak ortaya çıkan siyâsî tabloya katkıda bulunmuş ve seçimlerin yenilenmesine giden yolda kendi payına bir katkıda bulunmuştu. Bugünkü İYİP’in içinden çıktığı MHP’nin durumunu konuşmak gereksiz. Bununla birlikte, Altılı Muhalefet’in ikinci büyük paydaşı olan İYİP’in de 2015’teki dışlayıcılığı kararlılıkla sürdürdüğü açık. Bir de ne olduğunu tam bilemediğimiz yeni oluşumlar var ki, aralarında 2015-2016 döneminin Başbakanı’nın önderlik ettiği bir siyâsî parti de bulunuyor ve kamu oyu bu yeni oluşumların 2015-2016 hakkında nasıl bir muhasebe yaptıklarını bilmiyor. Kamu oyunun bildiği tek şey, "dışlayıcılıkta birlik" diyebileceğimiz bir siyâsî tavır.

Bu manzaradan kanımca şöyle bir sonuç çıkıyor: Altılı Muhalefet’in Türkiye’nin neye ihtiyâcı olduğu ile ilgili tesbiti soyut olarak "doğru"dur ama, bu tesbite göre kurduğu "geçmiş" de, bu kurguya dayanarak benimsediği aksiyon ise "yanlış"tır. Neden? Çünkü bugün, Altılı Muhalefet’in dışlamakta birleştiği HDP, 2015 başındaki Dolmabahçe Mutabakatı’na dönülmesi gerektiğini söylüyor. Dışlama, bu talebin de reddini dolayısıyla 2015-16 olaylarının zımnen de olsa onaylandığını gösteriyor. Gerçekten, acaba Altılı Muhalefet 2015-2016 olayları veya 1990’lard olup bitenler hakkında ne düşünüyor? Bu konuda bir değerlendirmeleri var mı? Geçmişle ilgili bir muhasebe yapmışlar mı, yapıyorlar mı? Bunları bilmiyoruz ama ortada, Altılı Muhalefet’in büyük paydaşının soyut "helâlleşme" söyleminden öte, somut bir şey yok. Bu durumda, Altılı Muhalefet’in gelecekteki Türkiye’yi inşâ etmek üzere dayanacağı "geçmiş" kurgusu, geçmişte yapılan yanlışları görme kapasitesinden yoksun bulunduğu için, geçmişteki yanlışların gelecekte de daha dramatik sonuçlar üreterek tekrarlanacağını gösteriyor. 

Bu vahim bir durumdur. Bu satırlar yazıldığı bugün 12 Eylül askerî darbesinin 42. yıldönümü. 12 Eylül Cuntasının yaptığı Anayasa, iki aydan daha kısa bir süre sonra 40 yaşında olacak. Çok değişiklikler oldu ama Cunta’nın devlet ideolojisi, tepeden tırnağa Anayasa’nın içinde. Türkiye toplumu, onca talebe, onca çalışmaya rağmen, yeni ve demokratik bir anayasa yapamadı. Bunun en önemli sebeblerinden biri, geleceğin Türkiye’sini kurmak için dayanılacak olan "geçmiş"le ilgili yanlış kurgular. Daha doğru bir ifâdeyle, ülkenin anaakım siyâsetinde, geçmişteki yanlışların farkına varıldığını ve gelecekte bu yanlışların tekrarlanmamasının amaçlandığını gösteren hiçbir bilinçlilik emâresi yok. Dün yoktu, bugün de yok. Türkiye’deki anaakım siyâset, 12 Eylül cunta rejimini bugüne dek aşamadı ve bugün de maalesef değiştirilmek istenen başkancı rejimin 12 Eylül’le tam bir uyum içinde olduğunu dolayısıyla, gerçek değişimin daha temel bir yeniden kuruluş ile gerçekleşebileceğini fark edebilecek bir "geçmiş" ya da "târih" bilincinden de yoksun. Oysa,  geçmişteki geleceği doğru keşfetmek gerekiyor ve bunun için gerekli olan şey de toplumsal ve siyâsî bellek. Türkiye gibi askerî darbe ve faşist rejimlerin en acımasızlarına mârûz kalmış Şili halkının "anıt yazısı"** burada bizlere çok şey söylüyor: "Belleksiz bir halk, geleceksiz bir halktır"!


* Carl Becker, "Everyman His Own Historian," The American Historical Review, Vol. 37, No. 2 (1932), s. 226.

** 12 Eylül’ün yıldönümü vesilesiyle, twitter hesabında, "bizler gibi darbe kurbanı Şili’den anıt yazısı" ifâdesiyle bu yazıyı anımsatan Vivet Kanetti Uluç’a (@vivetchka) teşekkürler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi