Ragıp Zarakolu
Genç Kanına Doymayan Dracula’lar Diyarı
Tarihiyle özleşememe özürlü TC’de her 10 yılda bir yeni bir kuşak tırpan yer. 20’li yıllarda o dönemin gençliğinin en parlak temsilcilerinden biri olan Nazım Hikmet ve arkadaşları, Doğu Üniversitesiteliler yaşam boyu tırpan yediler. 30’lu yılların genç kuşağının tırpan simgesi ise, 1938 Harp Okulu ve Donanma Davası idi: A. Kadirler, Şadi Alkılıçlar, Kemal Tahirler… Suçları bir önceki kuşakta tırpan yiyen Nazım ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile bağ kurmaya çalışmaları idi. Adnan Cemgil, 40’lı yılların gençliğindendi, Ahmet Arifler, Enver Gökçeler, Ruhi Sular, Arif Damarlar… Devrim sözcüğü ile simgelenen 68 kuşağı görece daha özgür büyüyen bir kuşak oldu. O kuşaktan olan, Nurhak eteklerinde katledilen Sinan Cemgil, 40 kuşağından Adnan ve Nazife Cemgil’in oğluydu. Ama daha 71 gelmeden, Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür, Mehmet Cantekin ve Ankara’da birçok devrimci vuruldular. 12 Mart Darbesinin ilk kurbanı bir önceki kuşaktan, Adnan Cemgil’in ve Nazife Cemgil’in oğlu Sinan olacaktı. 78 kuşağı ise daha ortaokul sıralarından arkadaşlarının cenazelerini kaldırmaya başladı. 78 kuşağı Milliyetçi Cepheye ve onun milis güçlerine karşı güçlü bir direniş sergiledi. 78 Kuşağı Direniş sözcüğü ile simgelendi.
Genç yazar ŞilanTayhani’nin yazısını paylaşmak istedim sizlerle bugün köşemde. Gezi Kuşağı diye de niteleyebiliriz onları kısaca. Onlar da 68 kuşağı gibi görece özgür bir ortamda büyüdü diyebiliriz. 68 üniversite işgalleri gibi, gezi direnişi de bir süreliğine devlet güçlerini geriletmeyi başardı. Ama 78 kuşağı gibi onlar da, şiddete doymayan sistemin ölçüsüz gaddarlığı ile yüzyüze kaldılar az zaman geçmeden. Üniversitelerde yine faşizan milisler sürüldü üzerlerine sözde güvenlik güçleri ile kolkola. Suruç ve Ankara Tren Garı bombalaması ise, bu kuşağın sistem ile ilk ciddi yüz yüze kalışı oldu.
ŞilanTayhani, Mersin Üniversitesinde öğrenciydi. 78 kuşağı gibi onun kuşağı da yaşından önce olgunlaşma durumunda kaldı. Demokratik protesto tavırları sergiledikleri, Barışı savundukları için sistemin ölçüsüz şiddeti ile karşılaştılar kısa zaman içinde. 78 kuşağı nasıl 16 Mart kıyımının travmasını yaşadı ise, gezi kuşağı da, Suruç ve Ankara’daki kıyımın travması ile yüz yüze bırakıldı. Sayısız davalar açıldı haklarında demokratik tepki koydukları için suskunlar, itaatkarlar, yalakalar ülkesinde. Türkiye bir kez daha en parlak, cin kuşağını yitiriyor. Yine entelektüel potansiyel ülke dışına savruluyor, genç kanına doymayan Dracula’lar diyarından. Şimdi Şilan’ın sesine kulak verelim:
"İnsan hayatı boyunca birçok kez sınava girip çıkar. Bunlardan bazıları bizi biz yapan sınavlardır: pişme sınavları. Bazen bu sınavlardan kalacağımızı düşünürüz. Bir daha ayağa kalkamamaktan, gülmeyi unutmaktan korkarız. Ve her yeni sınavdan sonra gülüşlerimize hep yeni gülüşler eklenir. Bizlere hep iyi bir lise, iyi bir üniversite oku dediler. Ben ise düz liseyi ite kaka bitirmiş ama üniversitede istediği bölümü okuyabilmiş bir kadınım. Arkeoloji. Evde o kadar çok iktisatçı varken bu tercihim ailemi mutlu; çevremizdekileri ise huzursuz etmişti. Türkiye’de babasız büyüyen bir kadınsan etrafındaki insanlar istedikleri kadar "solcu", "sosyalist", "yurtsever" olsun; mevcut toplumsal normlar sizi zincirlemek içindir. Galiba hayatımda yüzleştiğim ilk sınavım buydu. Ben hiç kimsenin kızı değilim. Ailemden dolayı da bana yakınlık göstermek zorunda değilsiniz. Hoş, etrafımızdaki birçok insandan zaten hazzetmezdim. Çoğu hakkımda "Bu okumaz", "Bunu çırak yapalım" tarzı hakkımda yargılarda bulunabilen ama mesela sevgilimle öpüştüğümü görünce, koşup anneme yetiştiren kişilerdi. Bu insanlarla mücadele etmek ise neredeyse hayatımın merkezindeydi. Kafama o kadar çok takardım ki hayatıma adapte olmakta güçlük çekerdim.Babasız büyümeme acıyıp ah vah ederlerdi. Bu ise çoğu kez annemle tartışmama sebep olurdu. Annem her seferinde "boş ver, takma sen hayatını yaşa. Ben sana karışmazken onlar da laf edemez" der bunun üzerine daha da sinirlenirdim. Bu kadar da iyi ve güçlü olmasana kadın!" Bu sınavımı annemin üniversitedeki arkadaşlarına mesafe koyarak ve onları umursamayarak atlattım. Şortuma,sevgililerime, saç rengime karışmaya hakları olmadığını onlara gösterdim. Düşünsenize kendilerini aydın olarak nitelendirenlere karşı yürüttüğüm mücadele aslında harp meydanı bizzat kendi bedenim olan bir savaştı aslında. Erkek arkadaşlar içlerindeki erkeği öldürmeli. Birçok erkek arkadaş hala çevrelerindeki kadınlara en hafif deyimle sıkıntı yaşatıyor. Sevgilisine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan erkekler ve onları koruyan dolayısıyla bu tavırlarını normalleştiren kurumları ya da şiddete maruz kalan kadın arkadaşın uyarısına kulak asmayıp "Ben senin gibi dayak yiyecek bir kadın değilim" diyen ve kendini feminist olarak adlandıran kadınları düşündüğünüzde birçok değeriniz zedelendiğini görüyorsunuz. Madem teoride var, o zaman pratikte de görmek isteriz. Bu yozlaşmış insan ilişkileri de bizleri sınayan sınavlar değil midir?
Hayatımın en zor iki sınavı: Suruç ve Ankara. İnsan gözaltında, sorguda ya da çıplak işkencede bir şekilde otokontrolünü sağlıyor. Yaşadığın istismarda direncinin nerden geldiğini anlamıyorsun bile. Dövüşerek giden yoldaşlarının ardından gözyaşlarını içine akıtmayı öğreniyorsun. Çünkü yoldaşın sonuçlarını hesap ederek, bilerek gidiyor; peki ama oyuncak dağıtmaya gidip de geri dönememek? Hayatımda ilk defa kendimi aciz güçsüz hissettim. Banyoda arkadaşımın saçını temizlerken başka bir cenazenin et parçalarını ayıklayıp da ağlayamamak. Aldığım her nefes zül geliyordu. Bir daha asla eskisi gibi olamam diye düşünüyordum. En ufak bir ses duyduğunda bomba sanıp kendini yere atmak mesela. Bazı arkadaşlarım bu psikolojiden kendilerini uzak tutmayı başardı, bazıları uzaklaştılar, bazıları ise benim gibi durumu kabullenmeye çalıştılar. Ama hepimizin tek amacı vardı: Devam etmek. Çünkü artık hayallerimize yeni hayaller eklendi. Bunları yaşarken bir yandan tezimi yazıyor diğer yandan ise tekrar gülmeyi çocuklardan öğrenmeye çalışıyordum. Şimdi ise en zor sınavımdayım. Ailemden uzak, dil bilmeden başka bir ülkede kamp hayatı. Herkes "Çok zor, ama dayan" derken sen bir yandan kampta akıl sağlığını korumaya çalışırken diğer yandan da üç ay önce yaşamış olduğun ameliyatın izlerini hayatından silmeye çalışıyorsun. Belki anne olamayacaksın; bu gerçeklikle savaşmak inanın beni çok yordu. 8 aydır her gün kafayı yememek için uğraşıyorum. Yazı yazmak, okumak, ders çalışmak dururken, Facebook’a fotoğraf atıp, içmek bana daha kolay geliyor. Ve insanlar hala konuşuyor: "Bu kadar fotoğraf atma!" "Sana ne!" diye attığım çığlık içimde patlıyor. Ya da kampta Kürtlerle anlaşmak için aradığın arkadaşının senle dalga geçmesi artık koyuyor. Kamplardaki koşullara uyum sağlamak ve bu duruma direnmek inanın hayatımın en zor sınavı. Şu anda yüksek lisans öğrencisi olarak evimde yaşamak varken, sırf düşüncelerimden dolayı bulunduğum yerden, sevdiğim adamdan, ailemden ve yoldaşlarımdan çok uzaktayım. Burada hayatımda gerçekten yeri olan insanlar kimlermiş öğreniyorum. Burada Pakistanlı bir kadınla çat pat anlaşıp"gülmeyi" hatırlıyorum. Su birikintisinden oyun yapıp mutlu olan çocuklara bakıp küçük şeylerden mutlu olmayı öğreniyorum. Tecavüze uğrayan bir kadının saçlarını örerken tekrar güçlü olmayı öğreniyorum. Hayatımızın sınavları aslında her yıl ismi değişen sınavlar değil. Yaşanılan sıkıntılarla nasıl baş ettiğimizdir. Bin kez geri dönüp cezaevine girmeyi düşündüm ve yüz bin kez vazgeçtim. 2 yıldır nefes alamıyorum. Ülkeye bir akademisyen olarak kendi coğrafyamda Dersim’de insanlık tarihini anlatan Ermeni bir kadın olarak dönme fikri bana nefes aldırıyor şimdi."