Yiğit Bener
Gezi gelecektir…
Gezi direnişinin üzerinden yedi koca yıl geçti. Gel gör ki Gezi sanki dün yaşanmışçasına hâlâ siyasi gündemin -hatta en üst düzeyde siyasi hesaplaşmaların- odağında yer almaya devam ediyor.
İşin siyasi gündeme yönelik boyutunu bu konuda benden daha yetkin dostlar zaten köşelerinde ele alıyorlar. Gelgelelim, bu kez siyasi gündemin konusu kısmen benim yazılarımın kapsamıyla da örtüşüyor.
Çünkü "Gezi neydi?" diye bana sorarsanız, bence kısa vadeli siyasi sonuçlarının ötesinde Gezi direnişi aslında bir kültür devrimidir: Toplumun her alandaki algılarını ve davranış biçimini derinden etkileyen, uzun vadede geleceğini şekillendirecek olan ve özünde şimdiden dönüştürmeye başlamış kültürel bir paradigma değişimidir. Geleceğin hangi temelde kurulacağını tercih etme fırsatıdır.
- Öncelikle "varoluşsal" bir tercihi sunmaktadır bize Gezi:
İlk seçenek, Türkiye’nin geleneksel siyasi kültürüdür: "Ötekine" düşmanlık, kendine benzemeyeni, farklı kökenleri ya da tercihleri olanları dışlamak, ötekileştirmek, nefretle anmak, nefret söylemiyle hedef göstermek, kutuplaştırmak ve sonunda nefret suçuyla yok etmek… Yani tarihte olduğu gibi gelecekte de bu ülkede insanların bir arada yaşamasını olanaksız kılan, gözünü kan bürümüş bir kıyıcılıkta ısrar etmek.
Diğer seçenek ise Gezi’nin tüm toplumsal kesimlerden milyonlarca farklı insanı aynı özgürlükçü arayışta bir araya getirebilen kapsayıcı, birleştirici yaklaşımını benimsek. Başka bir deyişle: Kadınların sesine nihayet kulak veren, başına taktığı ya da takmadığı örtüye değil, aklına ve yüreğine bakıp saygı duymayı öğrenmiş bir eşitlikçilik… Gençlerin yaşlılardan azar işitmeden öne çıkabildikleri, yaşlıların da onlara ayar verme ihtiyacını hissetmeden yanlarında durabildikleri bir kavşak… Ateist devrimci gençlerin Antikapitalist Müslümanın namaz kılma huzurunu sağladığı bir ortak meydan… Bira içen gençlere haksızlık yapmayı reddeden bir imamın yürekli dürüstlüğü… "Diren Lice, Kadıköy seninle" diye seslenip Gezi’nin ana patikasına "Hrant Dink caddesi" adını veren bir kardeşliğin yeniden keşfi… "Yasak ne ayol" diye tüm cinsel yönelimlerle kol kola girebilen, birlikte onurla ve onur için yürüyebilen bir kucaklaşma… Düne kadar birbirini taşlayan taraftarları United Colors of Istanbul’da birleştirebilen bir "adil oyun"… Dar ulusal sınırların ötesine taşarak tüm insanlığa tüm dillerden seslenen bir evrensellik…
Özetle: Yok etmeyi, ölümü ve öldürmeyi kutsayan zihniyetle, insanı doğayı ve tüm canlıları yaşatmayı ve birlikte yaşamanın coşkusunu temel alan anlayış arasında bir seçim yapma fırsatı sunuyor Gezi.
- Gezi bir yaşam kültürü tercihidir aynı zamanda.
Bir yanda, barınmadan beslenmeye, sağlık hizmetinden sosyalleşmeye, her türlü insani temel ihtiyacı paraya ve kâra tahvil etmeye çalışan, insanı özüne yabancılaştıran kapitalist düzenin paragöz kültürü var.
Herkesin parası kadar konuşabildiği ve yaşam hakkı elde ettiği… Rant için kesmedik ağaç, betona boğmadık doğa parçası bırakmayan… Herkesin herkesle ölümüne rekabet ettiği… Tüm insani değerleri, maneviyatı ve toplumsal ilişkileri, sevgiyi, saygıyı, aşkı, cinselliği, aşkınlığı yozlaştıran, içini boşaltan, metalaştıran, pazarlayan… Bilgiyi tekeline alan ve kitleleri cehalete mahkum eden… Tek ufku cebini doldurmak olan kapitalist düzen.
Öte yanda ise tam tersine parayı tedavülden kaldıran bir Gezi direnişinin insanı merkezine alan kültürü var: Herkesin ihtiyacı kadarını aldığı ve elinden geleni herkes için verdiği, emeğe saygı duyulan, rekabetin yerine dayanışmayı koyan, gerçek hayatta uygulama alanı bulabilmiş bir ütopya dünyası.
Açlar için herkesin evden yiyecek ve malzeme getirdiği parasız yemekhanede görev yapan ya da paylaşılan çadırların etrafını temizleyen, çöplerini toplayan gönüllüleriyle… Hastaları ücretsiz muayene eden doktorlarıyla… İsteyene ücretsiz ders veren hocalarıyla… Parasız gösteri düzenleyen sanatçılarıyla… Herkesin evinden getirdiği kitaplarını paylaştığı kütüphanesiyle… Bilgisini beceresini topluluğun ihtiyaçlarının hizmetine sunan mühendisleriyle… Dava edilenlerin yardımına karşılık beklemeden koşan avukatlarıyla… Hepimiz orda değil miydik zaten?
- Gezi, mücadele kültüründe de bir alternatiftir.
Bir tarafta eski kuşakların fazlasıyla eril ve kahramanlık efsaneleriyle şişirilmiş bir mücadele geleneği var: Yer yer militarizme varan bir anlayışla şiddeti kutsayan ve şiddetten medet uman… Yanılmaz şaşmaz ve dediği dedik, yüksek perdeden konuşan şeflerin egolarının yönettiği dikine yapılanmış, düzenden çok birbirine karşı mücadele eden katı disiplinli ve sürekli amip gibi bölünen bürokratik örgütler…
Bu kısır anlayışın karşı kutbunda ise sadece hedeflerinde değil, mücadele tarzında da iktidardan her bakımdan farklı bir anlayışla hareket eden Gezi direnişi var: Katı bürokratik örgütlere hapsolmamış… Kendi sloganında boğulmayan… Başta gençler, kadınlar ve azınlıklar olmak üzere herkesin eşit söz sahibi olduğu ve sözünü eşitçe herkese duyurabildiği… "Her şeyin tek doğrusunu" bilen abiler ve ablalar tarafından vesayet altına alınmamış… Her sözü tartışan, her doğruyu sorgulayan, gerektiğinde geri adım atmasını bilen… Kamplaşmalardan uzak durarak tüm güçleri ortak amaçlar etrafında buluşturmaya çalışan… Yaşamı dar siyasi gündeme ve iktidar mücadelesine sıkıştırmayan… Mücadeleyi yaşamın her alanına yayarak genişleten, yaşamdan beslenen… Afaki doğrulardan yola çıkıp herkese üst perdeden ders vermek yerine hayatın önüne getirdiklerinden öğrenmeye ve yol açmaya çalışan özgürleştirici bir muhalefet anlayışı.
- Sonuç olarak Gezi, birbirimizle hangi dilde konuşacağımız konusunda da bir tercih sunmaktadır bizlere.
Bir seçenek, tüm geçmiş iktidarların (ve muhalefetlerin!) nefret ve öfkeyle yoğrulmuş iktidar diliyle konuşmaya devam etmektir: Yani tartışmadan kestirip atan, itiraz kabul etmeyen, asla hak vermeyen, yalan söylemekten kaçınmayan, şakalaşamayan, daima ötekileştiren, aşağılayan, tahrik edip hırpalayan, azarlayan, suçlayan, had bildiren, hor gören, iftira atan, dayatan, sonunda da mutlaka hakaret eden o bildik eril, asık suratlı hamasi dile mahkûm olmaktır.
Diğeri ise Gezi’nin yarattığı kültür devriminin ifadesi olan o yepyeni dili kullanmaktır: Yani mizah dilini, sevgi dilini, dayanışma dilini, paylaşma dilini, dertleşme dilini, akıl dilini, cesaret dilini, boyun eğmeme dilini, en şedit muktediri bile çaresiz bırakan o rengârenk, cıvıl cıvıl, hayat dolu dili benimsemek.
Tercih bizim.
Denebilir ki, topluma tercih hakkı tanımamaya yeminli, her çatlak sesi derhal susturan, her muhalif düşünceyi "terörizm"le bir tutup yasaklayan, her karşı çıkanı çeşitli bahanelerle suçlayıp hapse atan güçler var karşımızda.
Doğrudur.
Ona bakılırsa, Gezi direnişinin sonunda polisin Taksim meydanını "fethettiği" de doğrudur.
Öte yandan, Gezi’nin barışçıl mizahına bile ancak hakaret ve kaba kuvvetle cevap verenler, gençliğin bu yeni dili karşısında aciz kaldıklarını ve tüm söylemlerini tükettiklerini itiraf etmiş olmadılar mı?
Gezi’den yedi yıl sonra intikam furyasının hâlâ hızını alamamış olması ve Gezi tartışmasının bu kadar güçlü bir şekilde siyasi gündeme yeniden damgasını vurması bile başlı başına bu direnişin gücünü ve canlılığını tüketmediğinin kanıtı değil midir?
Aslına bakarsanız, daha sayfayı çevrilemedi: Gezi direnişin ana mekânı olan Taksim meydanı ve Gezi parkı bile o gün bu gün hâlâ iflah olamadı. Geziden bu yana İstanbul büyükşehir belediye başkanlığını ikisi seçilmiş ikisi atanmış dört farklı belediye başkanı üstlendi, ama meydan iki ucundan yükselen iki inşaatın gölgesinde önümüzdeki döneme hangi kılıkta çıkacağını ve ne tür bir kent merkezi olacağını bilemeden gün sayıyor… Tıpkı hangi uca savrulacağını bilemeden çile dolduran koca ülke gibi.
Anlık fotoğrafa bakarak toplumun nihai tercihini hangi yönde yapacağına dair karamsar analizler yapmak mümkün kuşkusuz. Felaket tellalları yine haklı çıkabilirler: Ne de olsa bu ülke ezelden beri çaresiz öfkelere ve yılgınlığa bol miktarda malzeme üretmesini bilmiştir; birkaç kuşağa yetecek kadar da acı biriktirmiştir.
Gelgelelim, unutmayalım ki kimsenin umut etmediği bir anda bu ülkenin çorak topraklarından bir Gezi direnişi de fışkırabilmiştir.
Bundan yedi yıl önce, "Taksim’in fethinin" hemen ertesi gününde, polisler direnişçilerinden boşaltılmış boş meydanda top oynuyorlardı… Tıpkı 12 Eylül’ün ertesinde askerlerin yaptığı gibi!
Tablo o gün de pek iç açıcı değildi doğrusu. Bu satırları kaleme alırken, o gün yazdığım yazıyı hatırladım nedense,
Şöyle demişim: "Gezi Parkı direnişi şimdilik sadece bir milat. Kaba kuvvete dayalı iktidar dili, meydanları zor kullanarak fethedebilir, ama artık gönülleri fethedemez. İktidar dili bir süre daha devlet aygıtının o malum gücü sayesinde egemenliğini sürdürebilir, ama daha uzun vadede, hiçbir iktidar bu yeni dille baş edemez. (…) Bu yeni dili öğrenemeyenler, artık yarının Türkiye’sinde halka hitap dahi edemez hale gelecekler. Çünkü yeni Türkiye, ihtiyarların takıntıları değil, gençlerin neşesi, umudu, insancıllığı temelinde yükselecektir."
Yazının altındaki imzam da baki, içerdiği iyimser öngörü de…