haftada bir, yarım saat…

yakın tarihin hemen her aşamasında ve dünyanın hemen her yerinde, hukuk, devletin ihtiyacı olan baskıya yetmediğinde devlet aklı dedikleri suç erbabı devreye girer.

darbeden kısa bir süre sonra tanışmıştık. evlere baskınlar yapılan, gece yarısından sonra sokağa çıkmanın yasak olduğu o dehşet ve bekleme zamanlarında. aynı şeylere güler, benzer şeylere kızar, uzun uzun sohbet ederdik. talat’la ilgili o dönemden bir sürü hatıra var aklımda ve çoğu eğlenceli. evde televizyon olmadığı için, devrimci yol operasyonuyla ilgili haberleri izlemek üzere bir kıraathanede oturmamız mesela…

sonra ikimiz de gözaltına alındık, kısa sürelerde tutuklu kaldık. buluştuğumuzda bıraktığımız yerden devam ettik. sonra o tekrar tutuklandı, bağımız koptu. şanslıydık, 12 eylül’e rağmen seçtiğimiz hayatta kalmıştık. nadiren rastlaşırdık, ara ara haberlerini alırdım, büyük ihtimalle o da benimkileri.

tepebaşı’da kazablanka adlı gazino/düğün salonu arası bir yer vardı, 1995 yılının sonlarına doğru orada ödp’nin kuruluş toplantılarından biri gerçekleşmişti, katıldığım ilk ödp toplantısıydı. çıkışta rastlaştık, meğer o da salondaymış. ödp’de çalışmayı düşünmüyordu ama toplantıyı izlemeye gelmişti. işyerimin telefonunu aldı, mutlaka arayacağını söyledi. aramadı. birkaç ay sonra kayıp olduğu haberi geldi talat’ın. yıl 1996’ydı, cumartesi anneleri, eylemlerine başlayalı bir yıla yaklaşmıştı. üç kişinin öldüğü 1 mayıs’ta, henüz olup bitenden bihaberdar ve bayram neşesiyle doluyken talat’ın ailesinden birkaç kişiye rastladım. zayıf da olsa ümitleri vardı, bazı ayrıntılar anlattılar. benim için talat’ın yası o konuşmayla başladı. nitekim, onun fotoğrafı da bir süre sonra galatasaray’da yer aldı. 

talat türkoğlu, birçok kayıptan farklı olarak kürt kökenli değildi, trakyalıydı. artık yaşamadığına hâlâ inanmak istemeyenler var. açıkçası ben de bir yerde karşıma çıkmasını hiç olmayacak bir şey gibi göremiyorum. bir yakınını kaybetmekle bir yakınının kayıp olması arasındaki en önemli farklardan biri bu belirsizlikse diğeri bir mezarın tesellisinden mahrum kalmak. göçtüklerine inanamıyoruz çünkü cenazelerini defnetmedik, mezarlarının başında bir dua edemedik, bir demet çiçek bırakamadık. ama iş bununla bitmiyor tabii. bu insanlar bazen intikam, bazen başkalarına ibret olsun diye, bazen başka türlü susturulamayacakları, durdurulamayacakları için katledildi. bazen de "ellerinde kaldı"; ölmeden önce ölümden öte köy denilen şeyi yaşadılar. son anlarında çok büyük ıstırap çektiklerine şüphe yok. ve geride kalanlar için bunu tahayyül etmek büyük bir acı.

yakın tarihin hemen her aşamasında ve dünyanın hemen her yerinde, hukuk, devletin ihtiyacı olan baskıya yetmediğinde devlet aklı dedikleri suç erbabı devreye girer. buralara mahsus değil, adı ilk kez fransızca telaffuz edilmiş, örneğin almanya’da kızıl ordu fraksiyonu mensuplarının cezaevinde, inandırıcı bile olmayacak şekilde intihar süsü verilerek katledilmeleri de onun işidir.

devlet aklı, bazen bir beyaz toros’la çıkar ortaya bazen bir gardiyan kıyafetiyle. kendisine ihtiyaç olmadığında susar, köşesine çekilir ama ortadan kaybolmaz. onun varlığını bilerek, hesaba katarak yürünebilir bu dünyada.

akp iktidarının ilk yıllarında zamanın tbmm insan hakları komisyonu başkanı olan zafer üskül’le röportaj yapmıştım. ona 12 eylül’de işkence yapanların yargılanıp yargılanmayacağını sorduğumda, "olan olmuş, zaten çoğu emeklidir, gerek yok," demişti. yine yanılıyordu. biliyoruz; herhangi bir suçu teşvik etmenin en iyi yolu unutturmak ve cezasız bırakmak.

işte istanbul’un galatasaray meydanı’nı, başkaları için de bir eylem alanı, bir mevzi haline getirmiş bulunan cumartesi anneleri bu yüzden önemli. suçu unutturmuyorlar, unutulmasına izin vermiyorlar ve böylece bugüne kadar cezasız kalanların bir gün cezalandırılacağına dair bir ümit sunuyorlar hepimize. sadece bu değil. suçun tekrarlanmayabileceğine ve bir gün aramızdan herhangi birinin başına benzer bir şey gelirse, yakınlarından başka sahip çıkanlar olacağına dair de bir ümit.

devlet aklına karşı, sabrın, ısrarın patırtısız, mütevazı gücüyle oluşturulmuş bir barikat. sadece kayıp annelerinin değil, bütün erkeklerin ve kadınların, belki hiç tanımadıkları insanları, annelerde görmeye alıştığımız, onlara atfettiğimiz bir biçimde sahiplenmeyi öğrendiği bir alan. her hafta, yarım saat.

o alanda çocuklar büyüdü, gençler orta yaşı devirdi, göçenler, yeni katılanlar oldu.

o yarım saat, bu ülkede de suçun cezasız kalmayabileceği ihtimali… o kadar çok şeyin kapısını açıyor ki. o ihtimale sahip çıkmak için, daha önce katılmamış olsak da, bu defa, 700. haftalarında istanbul’da cumartesi anneleri’nin yanında olmaya değmez mi?  

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi