İrfan Aktan
Hamit Bozarslan: Türkiye Susurluk’tan çıkamıyor
28 Mayıs akşamı itibariyle gündemden düşecek çok sayıda tartışma, hükümsüz kalacak makale, değerlendirme olacak. Fakat Türkiye’nin demokratikleşme meselesiyle ilgili tartışmalar 28 Mayıs sonuçları ne olursa olsun devam edecek.
Kılıçdaroğlu kaybederse bu tartışmalar daha geriden, kazanırsa belki daha ileriden sürdürülecek. Ama 28 Mayıs’tan önce 14 Mayıs sonuçlarından da çıkarılabilecek büyük dersler var.
14-28 Mayıs sürecini “sabun köpüğü” olarak tanımlayan Paris Sosyal Bilimler Yüksekokulu Öğretim Üyesi, düşünür Prof. Hamit Bozarslan’a göre meseleye 2023’ün değil 2030’ların, hatta 40’ların ufkuyla bakmak artık bir mecburiyet…
İkinci tur seçiminin sonuçlarından bağımsız olarak 14 Mayıs sonuçlarını nasıl okuyorsunuz?
14 Mayıs sonuçlarını son birkaç aylık gelişmelerle değil, uzun erimli tarihsel veriler ve 1950’lerden sonra yapılmış seçimler ışığında okumak gerekiyor. 1973 ve 1977 hariç, 1950’lerden sonra yapılmış seçimlerin tümüne baktığımızda sağ oyların yüzde 60-65 oranında olduğunu görüyoruz. Türkiye’de her türlü değerlendirmeye bunun ışığında bakmalıyız.
Türk sağının bu istikrarlı potansiyeli bize ne gösteriyor?
Karl Marx’ın bahsettiği Alman ideolojisi gibi bir de Türklük ideolojisi var. Bunun arkasındaki nedenlerin, dolayısıyla 20. yüzyılın tümüyle sorgulanması gerekiyor. Ermeni Soykırımı, Türkiye’nin oluşumu, Kürt meselesi, Türk-İslam olgusunun kendisine bir hakimiyet misyonu biçmesi tartışılmadan, Türk sağı açısından uzun erimli bir dinamiğin varlığını sürdürmesini anlamlandırmak çok zor olur. Diğer yandan son on-onbeş yıla yayılan bir konjonktürel olgudan bahsedebiliriz.
TOPLUM SERSEMLEŞTİRİLDİ, AKLİ MELEKELERİ İMHA EDİLDİ
Nasıl bir konjonktürel olgu bu?
Toplumun sersemleştirilmesi, akli melekelerinin imha edilmesi, böylece toplumun geçmişi okumasını ve geleceği tahayyül edebilmesini mümkün kılabilecek tutamakların ortadan kaldırılması söz konusu. Birincisi ABD’yle, İsrail’le, Mısır’la, Suudi Arabistan’la, emirliklerle, Rusya’yla krizlerde, Fethullahçılarla olan ittifak ve sonrasındaki çatışmayla ortaya çıktı. Bu süreç toplumu büyük ölçüde sersemleştirdi. Bu sersemleştirmenin bir sonucu da, olup bitenlerin rasyonel bir şekilde açıklanamamasını beraberinde getirdi. İkincisi, ekonomik krizin, depremin ve sonuçlarının kader olarak değerlendirilmesi de demokrasi açısından çok büyük bir tehlike yarattı, yaratıyor. Üçüncü nokta ise, ikinci tur seçimin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’nin geleceğini 2023’ten itibaren değil, 2030’lardan, 2040’lardan itibaren okumanın zorunlu hale geldiğidir.
Bu ne anlama geliyor?
Az önce bahsettiğim tarihsel okumayı yaptığınızda da anlaşılacağı üzere, Türkiye’deki yoğun muhafazakârlığa muhafazakârlıkla, yüzde 25’e varan radikal milliyetçiliğe milliyetçileşerek cevap verilmesi mümkün değil. Türkiye’nin demokratik bir devrime ihtiyacı var.
Bugünkü koşullarda demokraktikleşme bile radikal bir devrim anlamına gelmiyor mu?
Hayır, bu radikal bir devrim değil ama kendi içinde radikalleşmeyi gerektiren bir demokrasi mücadelesi gerektiriyor. İspanya’nın yaşadığı, Yunanistan’ın 1974’te, Portekiz’in 1975’te yaşadığı türden bir devrimden bahsediyorum. Muhafazakârlıktan çıkmayı, radikal milliyetçiliği aşmayı mümkün kılabilecek, bedeni, sözü, düşünceyi, ifadeyi özgürleştirebilecek radikal bir devrime ihtiyaç var. Bunun programını ortaya koyamayan bir muhalefetin kalkıp demokratik bir pedagojiyi oluşturabilmesi ve toplumu muhafazakârlıktan, milliyetçilikten uzaklaştırması mümkün değil.
MUHALEFET MUHAFAZAKARLIĞA, MİLLİYETÇİLİĞE CEVAP VEREMİYOR
Kemal Kılıçdaroğlu birinci tur seçimleri öncesindeki programında tam da buna meyletti ama 14 Mayıs sonrasında bu programla muvaffak olamayacağı düşüncesiyle muhafazakâr, milliyetçi söyleme geri döndü…
Değerlendirmemi özellikle Kılıçdaroğlu örneği üzerinden kurmak istemiyorum, zira “yarının demokrasisi nasıl düşünülebilir” sorusuna cevap aramanın daha önemli olduğu kanaatindeyim. Belki de “alternatif CHP” fikrinden çıkıp Altılı Masa mantığına da varmadan, demokrasiyi bir perspektif olarak önümüze koymalıyız.
Bu perspektifi ortaya koyacak güçlü, belirleyici bir aktör olduğuna inanıyor musunuz?
İşte tam da bu nedenle Türkiye’nin geleceğini 2023’ten başlayarak değil, daha ilerideki bir ufku düşünerek değerlendirmemiz gerekiyor. Bahsettiğim perspektifi partiler mi, parti dışı mekânlar mı, direniş sahaları mı, sivil toplum kuruluşları mı ortaya koyacak; şu anda buna verebileceğim bir cevap yok. Fakat şunu biliyorum; “Ben Aleviyim, elhamdülillah ben de Müslümanım”, “Kürdüm, öyleyse ben de Türküm”, “Sosyal demokratım, o halde ben de muhafazakârım” demek Türk-Sünni üstünlüğüne, muhafazakârlığa, milliyetçiliğe verilebilecek bir yanıtlar değil. Bu nedenle Türkiye’nin demokratik bir pedagojiye, demokratik düşünceye, eleştiriye, dolayısıyla zamana ihtiyacı var.
KILIÇDAROĞLU’NUN BAŞLAYIP GELDİĞİ NOKTA, DEMOKRATİK HAREKETİN ZAYIFLIĞINI GÖSTERİYOR
Nasıl bir eleştiriye ihtiyaç var?
Bazukayla eleştiriden değil, değerlendirme, çözümleme, anlama ve anlamlandırma bakımından eleştiriden söz ediyorum.
Türkiye’nin son on beş gününe, Kılıçdaroğlu’nun ilk tur öncesinden başlayıp ikinci tur arifesinde vardığı noktaya baktığınızda nasıl bir tahlil yaparsanız?
Kılıçdaroğlu’nun başlayıp geldiği nokta, Türkiye’deki demokratik hareketin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Fakat az önce bahsettiğim demokrasi devriminin mecburiyeti, seçimi kim kazanırsa azalmayacak. Seçimi kazansa bile Kılıçdaroğlu, radikal bir sağa tutsak olarak kazanmış olacak. Elbette bu, toplumda yeni nefes alma sahalarının açılmayacağı anlamına gelmeyecek. Hatta toplumda çok büyük değişimler de görülecek. Ama böylesi bir seçim zaferi, radikal sağın desteğiyle kazanılmış olarak kayıtlara geçecek. O halde Türkiye’nin bu sağ kuşatmadan, paramilitarizasyondan nasıl çıkacağı esas mesele olmaya devam edecek. Muhafazakârlığın nasıl eleştirileceği de temel bir mesele olacak.
Nasıl yani?
Demokratik toplum, muhafazakârlığı reddeden değil ona yer açan, ama kendisi muhafazakâr olmayan, onu aşan bir toplumdur. Demokratik toplum, Immanuel Kant’ın bahsettiği iki “fakültenin” mücadelesidir. “Rasyonel fakülte”, “teoloji/ilahiyat fakültesini” ortadan kaldırmıyor ama topluma yön veren rasyonel fakültedir.
SON ON BEŞ GÜNDEKİ SABUN KÖPÜĞÜDÜR, YARIN VARLIĞINI SÜRDÜREMEYEBİLİR
Hangi anlamda fakülte?
Hem okul anlamında, hem meleke anlamında ve gerçekten kurum olarak fakülte.
Geleceğe dair tahayyülde bulunabilmek için 14 Mayıs sonuçları önemli dersler de içeriyor. Örneğin seçim öncesinde Kürtler belirleyici aktör iken, şu anda Kürtlerin belirleyen değil, kaderleri belirlenen, edilgen bir pozisyona sürüklendiği söyleniyor. Bu nasıl böyle oldu?
Tekrar vurguluyorum ki, güncel olandan kopmak gerekiyor. Son bir ayda olup biteni çok yorumlamak istemiyorum. Çünkü bunun bir sabuh köpüğü olabileceğini görüyorum. Bu köpüğün yarın varlığını sürdürebileceğinden emin değilim. O yüzden tekrar esas meseleye dönmeliyiz. O mesele de, Türkiye’de yüzde 60’a varan bir seçmen kitlesinin niye sağ partilere oy verdiğidir. İYİ Parti, MHP ve diğer radikal sağ unsurlar niye yüzde 25’e ulaşabiliyor?
KÜRT HAREKETİ DEVAMLILIĞINI SAĞLAR, TABİİ BÜYÜK KATLİAMLAR OLMAZSA
Bu sorulara sizin yanıtınız nedir?
Bunun yanıtı, Türk ideolojisinin sorgulanmasında bulunabilir. Türkiye nasıl oluştu, nasıl kurtuldu? Türklüğün tarihsel bir hakimiyet ve üstünlük misyonu olduğunu vurgulayan ideolojik söylem neyin üzerine kuruldu? Radikal sağın paylaştığı, CHP’nin de bir ölçüde taşıdığı bir söylem bu. Bugün bu Türklük ideolojisini sorgulayan, eleştiren güçlü bir Kürt hareketi ama son derece cılız bir Türkiye demokratik hareketi var. Kürt hareketi varlığını sürdürecektir. Esas sorun Türk demokratik hareketinin nasıl güçlendirileceği, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin nasıl meşrulaştırılabileceği, hem konsensüsü hem de dissensüsü içeren bir demokrasinin nasıl kurulabileceği. Sorun Türkiye tarihinin nasıl sorgulanacağı ve buradan yola çıkarak Kürt meselesinin çözümünün meşruiyetinin nasıl tartışılacağı. Kürt meselesi 14 Mayıs öncesinde de tartışılmadı. Altılı Masa’nın mutabakat metninde iki bini aşkın çözümü çok acil konu var ama Kürt meselesi yok.
Peki 14 Mayıs seçim sonuçlarına bakarak Kürt hareketinin de bir tıkanma içinde olduğuna dair değerlendirmelere katılıyor musunuz?
Kürt hareketi her durumda kendi devamlılığını sağlayabilecek kapasiteye sahiptir. Kürt hareketi çok ağır baskılara rağmen varlığını sürdürebilmiş ve yarınki baskılar ne boyutta olursa olsun kendisini buna göre yenileyip varlığını sürdürebilecek bir hareket. Tabii eğer çok büyük katliamlar olmazsa. Ama Türkiye’deki demokrasi davası aynı kapasiteye sahip değil. O yüzden de asıl odaklanılması gereken mesele bu. Fakat bu soruna odaklanabilmek için son on beş günde olup bitenden biraz uzaklaşmak gerekiyor. Çünkü son on beş gündür muhafazakârlığa muhafazakârlıkla, milliyetçiliğe milliyetçilikle cevap verilmesi bir yanılgının sonucu.
DEMOKRATİK BİR PROGRAMDA ISRAR EDEREK YENİLMEK, O PROGRAMDAN VAZGEÇEREK KAZANMAKTAN ÇOK DAHA İYİ OLURDU
Peki ya Kılıçdaroğlu bu söylem değişikliğine gitmeyip yenilseydi?
Demokratik bir programda ısrar ederek yenilmek, o programdan vazgeçerek alınacak yenilgiden veya kazanımdan çok daha iyi olurdu.
Yani size göre demokratik bir programda ısrar ederek kaybedilseydi, mücadele sürdürülebilirdi. Ama şu haliyle kaybedilmesi Erdoğan’ın başta kalması halinde yürütülecek demokrasi mücadelesinin gücünü de kıracak gibi, öyle mi?
Sürecin öngörülmeyen dinamikleri kadar eleştiri ve ufuk eksikliği de, demokrasinin sadece bir lider değişimiyle gelemeyeceği bilgisinin ıskalanması da ortada. Bu bilgiyi ıskalamamak için dünya siyasi tarihini yeniden okumak gerekiyor. Türkiye’de sadece iktidar değil, kurumlar da değişmeli. Sadece toplumda çoğulluğun oluşması yetmez, siyasi partiler de değişmeli. İspanya, Yunanistan, Portekiz’de bu oldu; konsensüs kadar dissensüs, yani ihtilaf olgusu da meşrulaştırılabildi. Hem özneye hem de kolektif bünyeye yönelik bir özgürleşme politikası uygulandı.
REJİMİN TÜKENMESİ DEMOKRASİNİN YERLEŞTİRİLMESİNE YETMEZ
İspanya, Yunanistan, Portekiz bunu nasıl yaptı?
Uzun bir demokrasi mücadelesiyle yapıldı ve rejimlerin de tükenmesi söz konusuydu. Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, Yunanistan’da ise Kıbrıs meselesiyle birlikte Albaylar rejimi tükenmişti. Fakat sadece rejimlerin tükenmesi demokrasinin yerleştirilmesine yetmez. Bu tükenmişliği sağlayacak, ona hız ve yön verecek bir demokrasi mücadelesinin varlığı gerekiyor. Bu ülkelerde bu mücadele yürütülüyordu.
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞMESİ İÇİN ZAMANA İHTİYAÇ VAR, HEM DE ÇOK UZUN ZAMANA
Bu ülkelerin dinamikleriyle Türkiye’ninki mukayese edilebilir mi?
Tam da bu nedenle esas olarak İspanya örneğine değinmek istiyorum. Çünkü diğer iki ülkede, İspanya’dan farklı olarak bir milli mesele yoktu. İspanya’nın demokratikleşmesi aynı zamanda Bask ve Katalan sorununun tartışılmasının meşrulaştırılmasıyla mümkün oldu. Zamanla belli sağ partiler de bu sürece katılmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla Türkiye’de demokratikleşmeyi, Kürt meselesinin çözümünü ve Türklüğün hakimiyetini tartışmıyorsanız, Türklüğün tarihini sorgulamıyorsanız, Kılıçdaroğlu kazansa bile demokratik bir perspektif geliştirmeniz mümkün değil. Şunu söylemek çok zor ama Türkiye’nin demokratikleşmesi için zamana ihtiyaç var. Hem de çok uzun bir zamana. Türkiye uzun zamandır bu sarmalın içinde olduğundan dolayı demokrasi için 2030’ları, 2040’ları hedefleyin demek çok acı ama korkarım durum bu. Bu türden çile zamanlarını kısaltmak bazı devrim anları sayesinde mümkün olabiliyor ama bu her zaman mümkün değil.
Bu epey karamsar bir okuma…
Bence karamsar değil, karamsarlığa kapılmamayı sağlayacak bir davetiye olarak okunmalı.
28 MAYIS SONUÇLARI İYİMSERLİĞE DE, KARAMSARLIĞA DA YOL AÇMAMALI
Fakat beklenti çok yüksekti; AKP artık gidecek ve “baharlar gelecek”ti. Şimdiyse baharı getirecek olanın da aslında baharı engelleyen zihniyete eklemlenmesi tehlikesinden bahsediyoruz…
Doğrusu benim gibi pek çok insan 14 Mayıs öncesinde de bu kadar umutlu değildi. Aynı şekilde 28 Mayıs’taki sonuç ne olursa olsun, bir iyimserliğe veya bir karamsarlığa yol açmamalı. O yüzden bir öngörüde bulunmak yerine öneride bulunmayı tercih ediyorum. Zaman ufkunun genişletilmesi ve buradan yola çıkarak demokrasi mücadelesinin örülmesi, bu tür seçim sonuçlarının zafer rehavetine de, ciddi hayal kırıklıklarına da yol açmasını engeller.
Bazı kesimler bu seçim sonuçlarının Kürt hareketi ve Türkiye sol hareketi açısından varlık-yokluk meselesi olduğunu söylüyor. Üstelik Kürt hareketiyle sol hareketler arasında da çeşitli ihtilaflar olduğu için zaman ufkunu geniş tutmak pek mümkün görünmüyor…
Şu anki sol muhalefetin böylesi bir sürece hazır olması mümkün değil zaten. Öylesi bir muhalefetin baştan itibaren oluşturulması gerekiyor. Kürt hareketi içinse kaygılanmıyorum, çünkü bu hareket şu veya bu şekilde ayakta kalacak.
KÜRT HAREKETİ AÇISINDAN KAYGI DUYMUYORUM
Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?
Çünkü Kürt hareketi hem baskılara karşı önemli bir deneyime sahip, hem de süreç içinde kendini dönüştürebilen bir hareket. Elbette Kürt hareketi bazı durumlarda siyasi haritayı çok iyi okuyamayabiliyor, Türkiye soluyla ilişkilerini her zaman gerektiği şekilde yönetemeyebiliyor. Fakat bunlar Kürt hareketinin varlığını belirlemiyor. Nedenlerini uzun uzadıya tartışabiliriz ama ben özetle bu aşamada Kürt hareketi açısından bir kaygı duymuyorum. Esas kaygım, Kürtler dışında Türkiye’nin kendisini nasıl dönüştürüp yenileyeceği ve Türkiye demokrasi hareketinin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği.
Böylesi bir hareket nasıl ve nereden ortaya çıkabilir?
Böylesi bir hareketin ortaya çıkması, AKP iktidarıyla sınırlı olmayan rejimin de inkârıyla mümkün. Bunu şu anki muhalefet partilerinin yapabileceğini sanmıyorum. O yüzden muhalefetin uzun erimli bir demokrasi mücadelesine hazır olup olmadığı değil, var olup olmadığı tartışmalıdır. Böylesi bir muhalefetin oluşturulması gerekiyor ve bunun için de bir demokratik pedagojiye ihtiyaç var. Kürt hareketi buna katkıda bulunabilir ama kendi başına yapamaz. Türkçülük ve Sünnicilik içinde böylesi bir akımın gelişebilmesi de mümkün değil. Ayrıca 2030’ları ufuk olarak ele alalım derken, CHP’nin o zaman iktidara gelebileceğini söylemiyorum. Bunun için CHP’nin kendi kendini aşabilmesi gerekiyor ve bunun mümkün olup olmadığı tartışmalıdır. CHP kendi kendini aşamadığı sürece demokratikleşemez, iktidara geldiğinde de demokratikleştiremez. Aynı şey Deva, Gelecek partileri için de geçerli. Bunlar geçmişlerinden kopabilecekler m?
İŞE MÜCADELE ALANLARINI MEŞRULAŞTIRMAKLA BAŞLAMAK GEREKİYOR
Bu partiler açısından geçmişlerini sorgulamak geleceklerinin altına da dinamit koymakla eşanlamlı görünüyor. Dahası, Türkiye toplumunda bu tür yüzleşmeler, hesaplaşmalar, özeleştiriler birer zaaf olarak görülüyor…
“Kendi geçmişimi inkâr ediyorum” deyip demeyeceklerini sorgulamıyorum. Hayır, yeni perspektiflerin, söylemlerin geliştirilmesi, yeni meşruiyet alanlarının oluşturulması gerekiyor. Kürt meselesinin çözümünü istemek meşrudur diyebilmek ve bu çözüm için mücadele etmek gerekiyor. Sadece “Aleviler vardır ve artık barış içinde yaşayacağız” demek bir anlam ifade etmez. Alevi sorununun bir eşitlik sorunu olduğunu kabul etmek ve bunun için mücadele etmek gerekiyor. Kadınların, LGBTİ’lerin özgürleşmesi gerektiğini söylemek ve bunun için mücadele etmek gerekiyor. Gençliğin aktörleşme, özneleşme sorunu olduğunu kabul etmek ve bunu çözmek için mücadele etmek gerekiyor. Ama işe bu mücadele alanlarını meşrulaştırmakla başlamak gerekiyor. 1970’lerde Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de olan buydu.
Eğer son birkaç yıl içinde demokrasi mücadelesi iyi bir biçimde örgütlenip 14 Mayıs’ta parlamento çoğunluğunu elde edebilse ve Erdoğan gönderilebilseydi, bugün 2030'lara dair bir ufuktan söz edecek miydiniz?
Öyle bir durumda bu kadar uzun bir zaman aralığından söz etmek gerekmeyebilirdi.
SİZE HANGİ SIFAT YAKIŞTIRILARAK SALDIRILIYORSA, KENDİNİZİ ANCAK O SIFATLA SAVUNABİLİRSİNİZ
Peki muhalefete bu sonucu ıskalatan ne oldu?
Muhalefetin kendisinin demokratik bir perspektife sahip olamaması, iktidara iktidarınkiyle aynı dilde cevap vermeye çalışması… “Biz de muhafazakârız, biz de milliyetçiyiz” söylemi, başarıyı ıskalatan önemli unsurlardan biriydi. Hannah Arendt’in de altını çizdiği gibi, size hangi sıfat yakıştırılarak saldırılıyorsa, kendinizi ancak o sıfatla savunabilirsiniz. Eğer size, örneğin Alevi olduğunuz için saldırılıyorsa, kendinizi ancak Alevi olarak savunabilirsiniz. Bunu da yapabilmek için Aleviliği meşrulaştırarak yola çıkmalısınız. Eğer size LGBTİ olduğunuz için saldırılıyorsa, “hayır efendim biz muhafazakârız, biz Türküz” filan diye kendinizi savunamazsınız. Eğer size Kürt olduğunuz için saldırılıyorsa, “bağışlayın ama biz de Türküz” diyerek kendinizi savunamazsınız. Eğer size ateist olduğunuz için saldırılıyorsa, “evet ama biz dine saygı gösteriyoruz” diye kendinizi savunamazsınız.
BELKİ DE SİYASETİ İTTİFAKLAR DIŞINDA, HATTA SİYASİ PARTİLER DIŞINDA DÜŞÜNMEK GEREKİYOR
Neden?
Çünkü size yönelik saldırı, karşı tarafa saygı gösterip göstermemenizden değil, doğrudan varlığınızdan kaynaklanıyor. Bir kadına mini eteği yüzünden saldırılıyorsa, o kadın ancak mini eteğiyle savunulabilir. Saldırıya uğramamak için mini etek giymeyen bir kadın, artık mini etekli bir kadın değildir. O halde karşı taraf mini etekli birini yok etmiştir. Saldırıya uğramamak için yok olmak mı, gizlenmek mi, görünür olmaktan çıkmak mı, yoksa varlığını sürdürmek için direnmek mi? Maalesef Türkiye’de muhalefetin genel olarak bu bilince varması şu veya bu nedenle mümkün olamadı. İttifaklar da bunu mümkün kılamadı. Başkanlık sistemini oluşturan anayasa değişiklik paketinin barındırdığı en tehlikeli nokta sanırım ittifak zorunluluğuydu. Belki de artık siyaseti ittifaklar dışında, hatta siyasi partiler dışında düşünmek gerekiyor. Yarınki siyasi hareketlerin ne olabileceği sorusu üzerine kafa yormalıyız.
Peki bu sorulara nasıl yanıtlar verilebilir?
Sanırım bu sorulara yanıt vermek için 2023 yılı erken bir tarih.
HİZBULLAH’IN PARAMİLİTARİZASYON TABLOSUNA YENİDEN ENTEGRE EDİLMESİ HEDEFİ VAR
Muhalefet güncel sorulara cevap üretmeye çalışırken, iktidar ve devlet ise tam da sizin muhalefete önerdiğinizi yaparak 2030’lara dair karanlık bir perspektif kuruyor. İçişleri Bakanı 23 Mayıs günü Twitter hesabından paylaştığı bir TV konuşmasında şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve Türk siyasetinin en önemli attığı adım, son yıllarda bu konudaki, HÜDA PAR adımıdır. Bak bundan 10 yıl sonra göreceksiniz, HÜDA PAR adımının hangi stratejik adımla atıldığı ve kimlerin önünü tıkadığı ve Türkiye’de bu adımla beraber Doğu ve Güneydoğu politikasında muhafazakârlık aksının tekrar nasıl devreye gireceği ve Türkiye’nin bir kesiminin olduğu gibi… Bu öyle stratejik bir adım oldu ki, bu HÜDA PAR adımı; niteliği, sayısı, yani yüz bin olur, yüz elli bin olur, iki yüz bin olur, iki yüz elli bin olur, hiç önemli değil. Bazı adımlar devletler açısından, ülkeler açısından nicelik değil, nitelik adımlarıdır… Burada Türkiye Cumhuriyeti devleti çok önemli ve stratejik bir adım atmıştır. Ve bunun faydasını Türkiye’de on yıl sonra, ‘bunu Süleyman Soylu diye bir fani söyledi’ diyecekler. Ama bunu Tayyip Erdoğan yaptı.” Soylu’nunkini sadece HÜDA PAR’la kurdukları ittifaka yönelik eleştirileri savuşturma amaçlı bir açıklama olarak okumak çok büyük hata olmaz mı?
Tabii, Soylu zaten planlarını yoruma en ufak bir yer bırakmayacak açıklıkta anlatıyor. Bu planda iki önemli hedef var. İdeolojik hedefte Kürt toplumunun muhafazakârlaştırılması ve buradan yola çıkılarak HDP ve geleneğinin yok edilmesi, Kürt toplumunda özellikle kadınların aldığı rolün, elde ettikleri konumun yerle bir edilmesi bulunuyor. Bunun mümkün olup olmadığını şu anda kestirmek mümkün değil ama Kürt hareketi bunu bir uyarı olarak almalı. Bu planın ikinci hedefi ise 1990’lar Türkiyesi. Daha önce de konuşmuştuk sizinle, Türkiye Susurluk’tan çıkamıyor. Çünkü kendisini sorgulamıyor, unutmayı yeğliyor. Şu anda hem iktidar cenahında hem de muhalefet cenahında, kökenleri Susurluk’a uzanan iki parti var. Eğer paramilitarizasyondan bahsediyorsak, bunun Susurluk’a, hatta 1960’ların komando kamplarına uzanan bir seceresi olduğunu unutmamalıyız. Ve bu secerenin içinde Hizbullah da yer alıyor. Demirel, “devlet rutinin dışına çıkabilir” diyordu. 1990’ların Hizbullah’ı devletle koordineli şekilde, büyük bir ölüm tugayı olarak çalışıyordu. Hizbullah her zaman özerk bir örgüttü ama bu hiçbir zaman tam bir özerklik olmadı. 1990’lar, Hizbullah’ın devlete eklemlendiği yıllardı. Sanırım şu anda söz konusu olan sadece Hizbullah’ın ideolojik olarak dayatılması değil, ideolojik olarak HDP’nin ve onun dayandığı geleneklerin yok edilmesi. Ama aynı zamanda paramilitarizasyon tablosunun tamamlanması ve Hizbullah’ın bu tabloya yeniden entegre edilmesi hedefi var.
Hizbullah’ın yeniden silahlı bir örgüt olarak ortaya çıkması olasılık dahilinde mi gerçekten?
Geleceğe dair bir öngörüde bulunmak istemem ama zaten Hizbullah’ın silahları tümüyle terk ettiğini hiç düşünmüyorum. Ayrıca zaten mesele Hizbullah’ın silaha sahip olup olmadığı değil, şiddetinin meşrulaştırılmasıdır. Hizbullah’ın demin bahsettiğim paramilitarizasyon tablosuna eklemlenmesi çok kısa süre içinde gerçekleştirilebilecek bir süreçtir.
KÜRTLÜĞÜN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ VE SÜNNİ TÜRKLÜĞÜN EMRİNE KONMASI HEDEFLENİYOR
Başka türlü bir yöntem de söz konusu olabilir mi?
Nasıl bir yöntem?
Devletin bölgeye yapacağı yatırımları HÜDA PAR’ın 14 Mayıs’ta meclise giren iki milletvekili üzerinden taşımak, Kürt alt sınıfları açısından HÜDA PAR’ı bir iş-aş bulma merkezi haline getirmek ve ideolojik dönüşüm müdahalesini bunun üzerinden kurgulamak…
Bu konuda yanıldığınızı sanmıyorum ama sorun buna indirgenmemeli. Hatta ideolojik planda da sorun buna indirgememeli. SADAT’ın Kürt meselesiyle ilgili ne söylediği ortada. SADAT’ta Kürtlüğün inkârı yok, o kimliğin yeniden yapılandırılması planı var.
Nasıl bir yeniden yapılandırma?
Kürtlüğün İslamileştirilmesi ve Sünni Türklüğün emrine konması hedefleniyor. Burada da Hizbullah’la hemen hemen aynı söyleme başvuruluyor. Soylu’nun açıklamasında da dışavurulduğu gibi, siyasi kültürün değiştirilmesi isteniyor. Ama aynı zamanda Kürtlüğün bir özne olmaktan çıkarılması ve Sünni Türklüğün emrindeki bir nesneye dönüştürülmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Oysa bugünkü Kürt hareketi kolektif bir özne haline gelme mücadelesidir. Erdoğan’ın 2013’ten beri Rojava’da izlediği siyaset özneleşmiş, özerkleşmiş bir Kürtlüğe karşı, Türklüğün emrindeki bir Kürtlük hedefine dayanıyor. Hizbullah da Türkiye’de bunun aracı. Fakat şunu unutmamak gerekiyor ki, yarın yatırımlar, kaynaklar Hizbullah üzerinden aktarılsa bile, onunu sosyolojik tabanını genişletmek pek mümkün olmayacaktır.
KÜRT SİYASETİ HİZBULLAH VE İSLAMİLEŞTİRME MÜDAHALESİYLE BAŞEDEBİLECEK ARAÇLARA SAHİP
HDP’nin alanının yoğun baskılarla, yasaklarla kuşatıldığı bir atmosferde de mi?
Hizbullah’ın yüzde 0,1’den yüzde 1’e, 2’ye varıp varamayacağını öngöremiyorum. Hizbullah’ın en güçlü olduğu, sosyal bir tabana hitap ettiği dönem 1990’lardı. Fakat devletle ilişkilerine, silahlı yapısına rağmen o zaman bile kendisini dayatabilen bir aktöre dönüşemedi. Ama bu, yarın o noktaya gelemeyeceği anlamına gelmiyor. 2023 verilerine bakarsak, bu pek mümkün görünmeyebilir ama yarın çok daha değişik bir şiddet sarmalına girebilir, Kürt toplumunun burjuvalaştırılmasına tanıklık edebiliriz. Böylesi bir olasılıkta Hizbullah’a nasıl bir rol verilecek? Şu anda bu soruya cevap vermem mümkün değil. Ama en azından Soylu, planlarının 2023’le sınırlı olmadığını açık bir biçimde söylüyor ki, bu önemli bir olaydır.
Sizce Kürt hareketinin elinde böylesi bir müdahaleyle baş etmenin fikri, politik, sosyolojik, siyasal araçları var mı?
Evet, Kürt siyaseti Hizbullah ve İslamileştirme müdahalesiyle başedebilecek araçlara sahip. Kürt hareketi üzerindeki baskılar da, devletin inkâr ve imha politikaları da azalmayacak. Kürtlüğün terörizmle özdeşleştirilmesi de devam edecek. Ama Kürt hareketinin bunlara vereceği cevap Kürtlüğü Kürtlükten yola çıkarak savunmak ve demokratikleştirmek.
Kürt hareketi bunu milliyetçileşmeyerek nasıl yapabilir?
Milliyetçiliğin dışında bir alternatifin geliştirilebileceğini düşündüğüm için demokrasiden bahsediyorum. Kürt meselesi her şeyden önce demokratik bir meseledir. Çünkü Kürt olgusunun oluşturulması, Kürtlüğün nesne olmaktan çıkıp özneye varması, Kürtlerin kendi içlerinde çoğullaşması, ihtilaflı, çoğul bir toplum oluşması demokratik bir süreçtir.
HİZBULLAH’A VERİLECEK CEVAP “AMA BİZ DE MÜSLÜMANIZ” DEĞİL, “BİZ DEMOKRATIZ”DIR
İhtilaflı bir toplum mu?
Tabii, çünkü demokratik bir toplum, ihtilaflı bir toplumdur. Bu çatışmalı bir toplum anlamına gelmiyor. Aksine, demokratik toplum kendi içinde değişik alternatifler, farklı gelecek tahayyülleri barındıran bir toplumdur. Demokratik toplum hem içinde bir konsensüsü, hem de ihtilafı, yani dissensüsü barındırır. Toplumun kendisini bir çoğul olarak düşünmesi önemlidir. Nitekim bu nedenle bugünkü Kürt hareketi demokratik bir niteliğe sahip ve Kürtlüğü de demokratik perspektiften hareket ederek tanımlıyor. Kürt hareketinin devletin Hizbullah hamlesine karşı verebileceği en iyi cevap da bu demokratik perspektiftir. Hizbullah’a verilecek cevap “ama biz de Müslümanız” değil, “biz demokratız”dır. Kürt hareketi ikinci bir nedenle de demokratik bir hareket: Eğer yarın Türkiye’nin demokratikleşmesi mümkün olursa, Kürt hareketi bunda kaçınılmaz olarak önemli bir rol oynayacak.
TÜRKİYE’NİN YARIN İHTİYAÇ DUYACAĞI MUHALEFET BUGÜN YOK
Tekrar başa dönelim; sizce 14 Mayıs seçimlerinde Türkiye muhalefeti ne kazandı, ne kaybetti?
Sonuç ne olursa olsun, bir kez daha gördük ki, Türkiye’nin yarın ihtiyaç duyacağı muhalefet bugün yok. Mevcut muhalefetin eleştirilmesi gerekiyor. Yarın ihtiyaç duyulan muhalefet sadece siyasi partilerden oluşmayacak, hatta büyük değişim belki mevcut muhalefet partilerinin aşılması sayesinde mümkün olabilecek. Bu seçimlerde muhalefet belki bir alternatif olarak ortaya çıktı ama bu, demokratik bir alternatif değildi. Demokratik bir değişimi mümkün kılabileceğine insanları ikna edemedi. Ve büyük bir ihtimalle 28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu seçimi kazansa bile, mevcut muhalefet demokratikleşme sürecinde önemli bir rol oynayamayacak. Çünkü muhafazakârlığa ve milliyetçiliğe savrulunacak. O yüzden seçimden çıkarmamız gereken en önemli ders şu: Türkiye’de şu anda yüzde 11-12 bandında bir seçmene sahip olan özerk hareket dışında henüz demokratik bir muhalefet yok. CHP içinde demokrat unsurlar var ama CHP’nin demokratik bir muhalefet ya da alternatif olarak tanımlanması şu anda imkânsız. Yarının en büyük ödevi, demokratik muhalefetin oluşturulması.
HALK İLLA DEMOKRASİ İSTİYOR DİYE BİR OLGU YOK
Belki de toplum demokrasi istemiyordur?
Bu soruyu dıştalamıyorum. Bu sorunun yanıtını arayan İdris Küçükömer’in “Halk Demokrasi İstiyor mu?” isimli bir kitabı da var. Bu kitabın okunması gerekiyor. Halk illa demokrasi istiyor diye bir olgu yok zaten. Bunu 20. yüzyıl tarihinden de biliyoruz. Bazı toplumlar ekonomik krizler ya da milli aşağılanma kompleksi nedeniyle otoriterizmi tercih edebiliyor. Marxist gelenek bunu çok mükemmel bir şekilde görebilmişti. Karl Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire” kitabı bunu çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Fransa’da bir devrim yaşandı ama reel Fransa devrimden değil, muhafazakârlıktan yana bir Fransa’ydı. Marx bunu Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından sadece iki yıl sonra çok açık bir şekilde ortaya koydu, tahlil etti. Dolayısıyla sorunuz son derece doğru, üzerinde ayrıca tartışılmayı hak eden bir soru. Halk demokrasiyi istemeyebilir.
Peki demokratların buna vereceği cevap ne olmalı?
Demokratların vereceği cevap “biz de demokrat değiliz” veya “demokratız ama size hak veriyoruz” değil, ciddi bir demokratik pedagojidir. Demokrasi tepeden dayatılamaz, bu şekilde kabul ettirilemez. Demokrasi bir pedagojinin, cazibe alanının yaratılmasının, ikna edebilmenin sonucudur. Toplumun kendisini sorgulayabilmesini mümkün kılan bir alan yaratılmalıdır. Türkiye yüz yıl sonra mesut bir ülke mi? Ziya Gökalp “Yeni Hayat” şiirinde her şeyin Türk olduğu bir Türkiye’yi mutlu bir Türkiye olarak tahayyül ediyordu. Ve aradan yüz yıl geçti; peki şu anda Türkiye mutlu bir Türkiye mi? Türkiye içinde bulunduğu durumu hak ediyor mu? Türkiye bugünkü ekonomik durumu hak ediyor mu? Hafta sonlarında Edirne, on binlerce Bulgarın ucuza alışveriş için akın ettiği yoksul bir mekân olmayı hak ediyor mu? Demokratik pedagojinin bu soruları sorması gerekiyor.