Ragıp Duran
İdlib bozgunu
Batı Avrupa askeri tarihinde, Bérézina(1812), Waterloo (1815) Stalingrad (1942) ya da Dien Bien Phu (1954) gibi kayda geçmiş önemli bozgunlar var. Bu hadiselerin özelliği, bir seferde çok fazla sayıda asker kaybı, alan egemenliğinin yitirilmesi ve savaşın seyrini değiştiren gelişmeleri içermesi. Osmanlı tarihinde de mesela İnebahtı (1571) yenilgisi ile bütün yönleriyle Balkan Savaşı da (1912), "Bozgun" kategorisinde anılır.
Ankara’nın son olarak İdlib’de uğradığı bozgun, kuşkusuz salt askeri bir yenilgi değil, yaşadığımız gelişmeler bozgunun siyasal hatta stratejik bir yenilgi olduğunu gözler önüne seriyor.
Politikada, ki savaşın silahsız/askersiz versiyonudur, şans, kader, kısmetin payı çok küçüktür. Devlet yöneticileri, yani karar vericiler, politika oluşturup uygulayanlarla, askeri cenahın kurmayları, insanlık kadar eski olan siyasi ve askeri eylem ve hamleleri, binbir boyut ve faktörü ince bir şekilde hesaplayıp, ekonomik, sosyolojik hatta psikolojik gerçekleri de, ve herhalde en önemlisi kendisinin ve rakibinin gücünü göz önünde bulundurup akıllı, kendi içinde tutarlı bir plan ve programı adım adım uygulayabilirse şans, kader, kısmetin payı iyice azalır. Siyaset de askeriye de esnaf işi değil. Bu iki alan da eskiden beri rasyonel aktörlerin başarılı olabileceği mecralar. Ajitasyon ve propaganda, din ve bayrak gibi yapay, gerçeğe aykırı ve konuyla doğrudan ilgisi olmayan araç ve motivasyonlar, ne kadar yaygın ve sürekli olursa olsun, sahada bozgunu önleyebilecek güce/etkiye sahip olamıyor.
Bu umumi dibaceden sonra İdlib bozgununu irdelemeye çalışalım:
ORASI BAŞKA ÜLKENİN TOPRAĞI: TSK, teröre karşı mücadele gerekçesiyle Suriye harekâtını düzenledi. Gelişmeler bu gerekçenin geçersiz olduğunu kanıtladı. Herkes biliyor ki, Ankara, güney sınırlarında "Terör koridoru" ya da "Bölücü/terörist bir devlet" olarak nitelediği bir Kürt varlığını ortadan kaldırmak amacıyla Suriye’ye saldırıyor. Esas amaç, güney sınırlarında demografik yapıyı zorla değiştirip, o bölgede Sunni Arap bir kuşak kurmak. Konu mankeni ve insancıl bir görünüm yaratmak amacıyla da mültecilerin bu bölgeye yerleştirilme gerekçesi öne sürülüyor.
Oysa ki, bölgede askeri varlığı bulunan dört güç (Suriye, Rusya, ABD ve İran) Kürtlerin başını çektiği yerel şemsiye örgüt olan SDG’yi terörist bir oluşum olarak görmüyor. SDG, ABD’nin siyasi ve askeri ortağı, Rusya’nın hesaba kattığı bir güç, İran’ın rezervleri de olsa, varlığını ve meşruluğunu kabul ettiği bir örgüt. Şam ise kendi yurttaşlarından oluşan SDG’yi Amerikancı olmakla itham etmesine rağmen, kendi bünyesine katmayı istiyor.
Bu manzarada, TSK, Suriye’de tek başına bir maceraya atılmış konumda. Müttefiki, destekçisi, Cihatçı örgütleri saymazsak işbirlikçisi yok.
Ama meselesinin özünde/kalbinde TSK’nın Suriye’deki varlığının gayrı kanuni ve gayri meşru olması yatıyor. Şam, TSK’yı "İşgalci Güç" olarak niteliyor. Rusya ve İran ise Esad’ın daveti üzerine Suriye’de asker bulunduruyor.
Hiçbir devlet, hiçbir halk kendi topraklarında yabancı bir askeri gücün uzun süre kalmasına izin vermez. Suriye örneğinde, başta Kürtler olmak üzere Şam rejimi, bütün Suriye nüfusu, Osmanlı geçmişini de hatırlayarak, TSK’nın bir an önce Suriye’den çıkmasını talep ediyor. ABD bu konuda ikircikli olsa da Rusya ve İran da TSK varlığından rahatsız. Dahası bütün Arap dünyası ve İsrail de Ankara’nın Suriye’de bulunmasını istemiyor. İdlib bozgunu sonrasında Türkiye kamuoyunda da "Suriye’de ne işimiz var?" sorusu gündeme daha çok gelmeye başladı.
ANKARA; CİHATÇILARIN HAMİSİ, SÖZCÜSÜ KONUMUNA DÜŞTÜ: Suriye denkleminde son iki yılda büyük yenilgiler almış olsa da hala sorun yaratan güç, IŞİD’den HTŞ’ye irili ufaklı onlarca yerli ve yabancı radikal İslamcı silahlı gruplar. Astana ve Soçi mutabakatlarında, tarih ve mekan belirtilerek bu grupların bölgeden çıkartılması, silahsızlandırılması ve ana ulaşım yollarının herkese açılarak güvenliğin sağlanması konusunda anlaşma sağlanmıştı. Ne var ki Ankara altına imza attığı vaatlerin hiçbirini yerine getirmedi. Süre en az iki kez uzatılmasına rağmen Saray, bu terör unsurlarıyla mücadele edeceği yerde, onları Şam rejimine ve Kürtlere karşı kullanmayı ısrarla sürdürdü. Ankara, Soçi Mutabakatında Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini de teorik olarak kabul edip tanımış olmasına rağmen, bu yabancı ülke toprağına her geçen gün daha çok askeri sevkiyat yaptı, işgal ettiği Afrin’e kaymakam, emniyet müdürü ve jandarma komutanı atayarak gerçek niyetini faş etti. Bir ülkenin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini yabancı bir askeri güç sağlamaz, aksine bozar.
Meseleyi belki de daha iyi kavramak için ters bir senaryo: Suriye ordusu Gaziantep’i işgal etmiş durumda. Ve buradaki yerli yabancı İslamcı radikal terör örgütleriyle birlikte Ankara’daki merkezi hükümete karşı savaş yürütüyor. Ankara’daki yasal ve meşru hükümet güçlerinin, Gaziantep’i kurtarmak için, kenti işgal etmiş olan Suriye ordusu ve vekilleri olan terör gruplarına karşı operasyon düzenlemesi kadar doğal ve meşru bir eylem var mı? Bu aşamada Suriye hükümet ya da ordu sözcüsü kalkıp Ankara’ya "Birliklerinizi İslahiye-Nurdağı-Şehit Kamil hattının gerisine çekin yoksa karışmam!" dese, bu açıklamayı nasıl karşılarsınız?
BM’de, Moskova ve Batı istihbarat örgütlerinde Saray’ın Cihatçılarla yakın işbirliğini kanıtlayan onlarca belge, görüntü var. Bunların bir kısmı global medyada yayınlandı. IŞİD’in bir önceki lideri, TSK’nın denetimindeki bir bölgede vuruldu. Şimdiki lideri de Ankara’nın kurup yönettiği Türkmen Cephesi Başkanının kardeşi. Önce ÖSO, sonra SMO adı altında TSK tarafından örgütlenip silahlandırılan Cihatçıların IŞİD kolluklarını takarken çekilmiş videolarını gördük.
Amerikalı yetkililer uzun süre "Önceliğimiz IŞİD’e karşı mücadele" derken "Cihatçılara destek vermeyin" ve "SDG’ye saldırmayın" mesajını verdi. Fransa Cumhurbaşkanı Macron daha açık bir ifadeyle Ankara’nın Cihatçılarla işbirliğini kınadı. Global medyada Erdoğan’ı IŞİD lideri olarak resmeden karikatürler yayımlandı. Çünkü, Saray ve Suriye’deki Cihatçıların siyasi ve askeri hedefi aynı idi: Şam rejimi, Kürtler, Washington ve Moskova.
Şam ve Moskova’nın sabrı taştı. Esad, işgal altındaki topraklarını kurtarmak için hamle yaptı. Ve artık anlaşıldı ki, bombardımanda hayatını kaybeden en az 36 asker, Soçi Mutabakatı uyarınca, sadece 12 gözlem noktasında bulunması gerekirken, HTŞ teröristleriyle birlikte oldukları için hedef haline geldi. Dikkat edin, Saray ve iktidar medyası bozgunun konumu, coğrafyası, koordinatları konusunda hiç bir bilgi vermiyor. Nerede vuruldu bu gencecik insanlar? Enkazı altında kaldıkları bina ne binası?
PUTİN’LE AŞIK MI ATARSIN?: ABD’nin bölgeden büyük ölçüde çekilmesinin ardından, ayrıca S-400’leri de satın aldıktan sonra şahsım, yakın dostum Putin’le daha da sıkı fıkı olmaya başladı. Çünkü Suriye’de en kuvvetli siyasi ve askeri güç Rusya. Ne var ki, Saray ile Moskova’nın hesap ve hedefleri son derece farklı. Putin, bir yandan Suriye’deki ağırlığını artırırken bir yandan da ağır ağır, usturuplu bir şekilde Ankara’yı Batı’dan, NATO’dan ve ABD’den uzaklaştırdı. Erdoğan ise Moskova’nın desteğini aldığını sanıyordu. Oysa ki Saray, Trump’la Putin arasında adeta bir hokkabaz topuna dönmüştü. Sabah Amerikancı, akşam Rusçu oluyordu Beştepe’deki. Ertesi gün sıra değişiyordu: Sabah Rusçu, akşam Amerikancı. Bu durum, Washington’un da Moskova’nın da Saray’ı kendi çıkarları yolunda kullanması için son derece elverişli bir zemin yarattı.
Hariciye’yi devre dışı bırakıp, bırakın yabancı dili, doğru dürüst Türkçe bile bilmeyen cahil, biatçı danışmanların ve iktidar medyasının da teşvikiyle maceraya sürüklediler Türkiye’yi. Oysa ki, "İki Sarhoş" diye akıllarınca alay ettikleri Kemalistlerin önderliğindeki diplomasi (1923-2002), belki bir İsrail bir de Kore meseleleri hariç, son derece temkinli, akıllı bir dış politika uygulamıştı. Ankara o dönemde Batı’nın bir parçasıydı. Laik olmaya çalıştı. Başka ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesini uyguladı. O gelenek, o kültür de berhava edildi. Cumhuriyet tarihinde, Kore Savaşı hariç ilk kez, Kürt meselesi ile Suriye ve Libya maceralarında, Erdoğan diplomasisi, TC yurttaşlarının ölümüne yol açtı. "Şehitler Tepesi boş kalmayacak" demişti. Galiba sözünü tutabildiği tek vaat bu oldu.
GÖZÜ KAPALI KÜRT DÜŞMANLIĞI, MEZHEPÇİ, YAYILMACI, ÇAKMA YENİ OSMANLILARIN BOZGUNU: Ankara’nın Suriye’ye müdahale ettiği ilk günden bu yana, içeride ve dışarıda, çok farklı çevre ve uzmanlar, daha hemen başlarda, Irak sınırına kadar 30 km. derinliğinde güvenlik bölgesi (!), Eyyubi Camiinde namaz, Esad’ı devirmek gibi hedeflerin hayalci, maceracı olduğunu saptayıp, iktidarı uyardı, eleştirdi. Arap dünyasında Sünni liderlik rüyası da amatör küme takımının Avrupa Şampiyonlar Ligi kupasını kazanma hayaline benziyordu aslında. Saray’ın Suriye politikası, bugüne kadar istediği, sözümona planladığı hiçbir hedefe ulaşamadı. Bu başarısızlığı, FETÖ, Gezi, vatan hainleri, CeHaaPe söylemleriyle örtmek de artık mümkün değil.
TEK ÇARE RİCAT: Saray’ın İdlib bozgunundan herhangi bir ders çıkardığına dair en küçük bir işaret olmadığı gibi saldırgan politikasını sürdürdüğü görülüyor. Şam ve Moskova’ya karşı NATO, ABD ve Batı’dan yardım ve destek dilenir hale gelmişken, devleti mülteci kaçakçısı konumuna sokan sınırları açma girişimi de Saray’ın çok sıkıştığını gösteriyor. Çünkü bu son kozdu. Yarım yamalak da olsa kullanmaya kalktı. Ama boomerang etkisi yaratması daha muhtemel. Çünkü, iyice yalnızlaşmışken, Batı’dan gelebilecek olası minimum desteği de böylece reddetmiş oluyorsun. Seni İdlib’te AB bozguna uğratmadı ki, şimdi neden AB’yı zor duruma sokacak bir hamle yapıyorsun? Akıl baştan gidince…
Bugünkü koşullarda, Saray’ın ihtiraslarını hayata geçirmek için yabancı ülke topraklarında, üstelik hava desteği olmadan, sahaya sürülen yüzlerce TSK mensubunun daha fazla kayıp vermesini önlemek, bölgede barış, huzur ve istikrarın yeniden tesis edilmesine katkıda bulunabilmek için tek çare Ankara’nın koşulsuz şartsız Suriye’den derhal çekilmesi. Bunun dışında artık başka bir seçenek yok. Bu, kabul edilip uygulanmaz ise, önümüzdeki dönemde daha büyük bozgunlar, diplomasiyi de iç politikayı da, yani Türkiye’nin adını da ülkede yaşayan yurttaşları da fevkalade zor günler bekliyor.