Fadıl Öztürk
İğde kokusu sarsın
Senem Ablanın anısına...
Bir kök üstünde var olan dallar büyüdükçe gölgesi gürleşse de uzaklaşırlar birbirinden. Ne kadar yakın yaşasak da aradan geçen yıllar, zaman uzaklaştırıyor bizi birbirimizden. Üstelik ölüm olmayınca bunun hiç farkında olmuyor insan. Gazetemizin yazarı Özgür Enver Bulut’un teyzesinin vefat ettiğini duymuş, acısını paylaştığımı yazmış, başsağlığı dilemiştim. Ölümün gençlerimize dadandığı bu zamanda doksanına merdiven dayamış birinin ölümü taşınabilir sıralı ölümdü ne de olsa...
Birkaç gün sonra Özgün Enver’le telefonlaşırken ‘Abi Senem Abla’yı sen iyi tanırsın. Şeyda ve Varol ikizlerinin annesidir’ deyince hatırlayıp çökmüştüm içime. Ölenin benim, bizim Senem Ablamız olduğunu anlayınca, geçmişin beni terk ettiği duygusuna kapılmıştım.
Senem ablalarla Elazığ’ın kabadayılarıyla nam salmış en belalı mahallesi Sako Mahallesinde oturuyorduk. Annelerimizin arkadaşlığı, kardeşlerimizin okul ve mahalle arkadaşlığına dönüşüp kendi sakinliğinde devam ediyordu hayat. Dersim’den göç edip gelenler olarak şehrin kenar mahallelerine dişimiz, tırnaklarımız, gece kondu evlerimizle tutunandık hepimiz. Acı ve sevinçlerimizi paylaşarak geçiyorduk zamandan...
Senem Ablamızı antifaşist mücadele içinde eşimizi, dostumuzu, mahalle ve semtimizi savunurken tanımıştım. Büyüttüğü evlatlarından biri saymış, bizim için de sofraya bir tabak koymuştu. Devlet bizi ararken biz onun ve onun gibi annelerin evlerinden çok sevgilerinde saklanarak hayatta kalıyorduk. Varol ve Şeyda Senem Ablanın en son doğmuş ikizleriydi. Ben onlarla oynayarak çocuklaşır, onlar benimle büyürlerdi. Zaman çok hızlı aktı üstümüzden. Ben onları o çocuk halleriyle hayal ederken, yerlerinde durmayıp yaşıma yaklaşmış olduklarını annelerinin ölümüyle öğrenmiş oldum...
Senem Ablamız, Dersim’in Reş Mezrasından göçüp Elazığ’ın Sako Mahallesine gelmişti. Anne tarafından şair Özgün Enver Bulut’a akraba olan Senem Abla, ölen eşi tarafından da şair Binali Duman’a akrabaydı. Beni de hesaba katarsanız, Senam Abla sevgisiyle beslediği üç şairin de geçmişini besleyen bir iyilikti her birimiz için.
İçinde balıkların yaşadığı, gökyüzüne ayna olan haliyle bir göl dinginliğindeydi ablamız. Varol ve Şeyda’nın büyüdüklerinde yurt dışına gittiklerini, yakalanmam ve cezaevi yatmamdan çok sonra öğrendiğimde mültecilikleri içimi burkmuştu. Senem Ablanın öğretmen olan Nurşen, Seher ve Yüksel’ini bilip tanımış olsam da, ben daha çok Varol ve Şeyda ile arkadaştım. Onlarla kocaman halimle çocukluk yapardım. Devlet peşimize düşse de biz o evlerde o güzel insanların sevgisinde yaşardık...
Bu kadar değil elbet, mahallenin terzi Güllüsü olan annemle de arkadaştılar. Zaten o dönem bizi hayatta tutma kaygıları nedeniyle annelerimiz de bizim gibi arkadaş, yoldaş, sırdaş olmuşlardı birbirlerine. Senem Ablalardan köşeyi dününce yolun karşı tarafında hepimizden önce 12 Mart’ta içeri düşmüş Celal Karaduman’ın annesi Nazime Abla vardı, şimdi Hozat merkezde Celal ve Hüseyin oğullarının acısını omuzlayarak torunu Ulaş’ın yanında yaşıyor. Celal’in cenazesi için Hozat’a gittiğimde kadın ağlamaları arasında yanına sokulup ellerini öptüğümde tanımamıştı beni. Adımı usulca fısıldadığımda annem gibi boynuma sarılarak ağlamıştı. Nazime ananın omzuma düşmüş gözyaşıyla dolaşıp duruyorum bugüne kadar.
Senem Ablanın birkaç ev yukarısında 48 kiloda şampiyon olmuş boksör Ali Özlütaş arkadaşımızın annesi Hâkime Ablamız vardı. Üzerimizde yasaklı olan ne varsa hepsini ona emanet ederek giderdik mahallenin kahvesi Yaşar’ın yerine. Mahallenin yaşadıkça genişleyen elin arazisine kondurulmuş bir tarafı bakkal dükkânı olan tek kahvesiydi. Kışın büyük bir odun sobasıyla ısıtılan, yazın dışarıya yayılan masalarıyla akşamları mahalle genç ve yaşlılarının bir araya geldiği yer olurdu. Hatta o çatışmalı ortamda ailesiyle o mahallede oturan, kimsenin karışmadığı bir de polis vardı...
Yaşlısından gencine herkesin geldiği, yaşlıların başını oçkin oyunundan kaldırmadığı bir mekandı. Kahvenin bir lüksü yoktu, sandalye ve masaları toplamaydı, bir masa diğerine bir sandalye diğer sandalyeye benzemiyordu. Bu derme çatma haline rağmen, faşistlerce kahvehanelerin taranıp bombalandığı zamanda mahallelinin bir araya geldiği, bizlerin de mahalleliyle beraber kahvede oturuyor olmamızın yarattığı güven duygusu hakimdi Yaşar’ın Kahvesi’ne...
Kahvesi bir bombalı saldırıya uğrar diye yaz boyunca herkes yatağında eşiyle yatarken Yaşar kahvenin damında av tüfeğiyle sipere yatardı. Yaşar duvar yazılarından tutun da afişlemelerimize, polisle kovalamacalarımıza varıncaya kadar her şeye yattığı yerden tanık olsa da tanıklıklarını sır gibi kendine saklardı. Kahveci Yaşar’ın büyük oğlu Mehmet Veteriner Fakültesini bitirmek için faşistlere taviz verse de, küçük oğlu Hasan bir olaydan dolayı kısa süreli de olsa içeri düşmüş bir arkadaşımızdı. Uzun zaman mahallede yaşamadığım için, Yaşar’ın nasıl yaşlanıp, dünyaya nasıl veda ettiğini bilmiyorum. Devrimci olarak terk edip yıllar sonra demirci olarak döndüğüm Elazığ’da merakımı gidermek için eski mahalleme gidip gezmiştim. Çok şey değişmişken bazı yerler, evler söz vermiş gibi kalmıştı. Yaşar’ın kahvehanesinin yerinde yeller estiğine tanık olarak hüzünle dönmüştüm.
Boksör Ali’nin evlerinin hemen arkasında cephesi tarlalara bakan Hüseyin Solgun ve yazar Cafer Solgun’un anneleri Fecire ananın evi vardı. Hüseyin İstanbul’dan geldiği zamanlar evlerini ziyaret eder sohbet ederdik. Cafer Solgun o zamanlar eylemlere katmayacağımız kadar gençti. Cafer’in evde saklamasını istediğimiz dergiler bir gün Fecire ananın eline geçince iki göz iki çeşme ağlayarak kendine sakladığını sandığı oğlu Cafer’in de abisinin yolundan gittiğini öğrenmişti. İşte tam o gün, o ağlamayla Cafer birden büyümüştü geleceğine...
Yaşar’ın kahvesinden sokaktan yukarı sapınca biraz yukarıda solda çimento fabrikasında çalışan Düzgün ve Metin Can’ın babası Cemal Amcaların evi vardı, Anık ananın evi. Anık ana büyüyüp kendini dağlarla sınayan Düzgün oğlunun kaygısını uzun yıllar taşırken, oğlu Metin’e kocasının yokluğunda hukuk okutmuştu. Bizim zamanın bebe Metin’i, ‘91’de cezaevinden çıktığımda eve ziyaretime gelen fidan boyuyla İHD’nin Elâzığ şube başkanı Avukat Metin Can olarak karşıma çıkmıştı. Sevinmiştim, gurur duymuştum, başım göğe ermişti o gün...
1991 Ağustos ayındaki bu buluşmamızdan sonra 21 Şubat 1993’te Avukat Metin Can ve Doktor Hasan Kaya’nın Yeşil’in başını çektiği kontralar tarafından katledildiğini duymuştum. Anık ana o acıyla İzmit’e taşınarak oğlunun davasının takipçisi olmaya devam etse de, oğlu Metin Can’ı katledenlerin cezasızlığı sürerken 17 Eylül 2019 günü çekip gitti aramızdan.
Gidenlerin ardından kimsenin başı sağ olmuyor, ateşler içinde anısının başında oturmak kalıyor insana. Tüm bu yazdıklarım topu topu bir kilometre çapındaki mahallemizde yaşandı. Bu anılara değmeme neden olan Senem Ablamızın mekânını mahallemizi her bahar işgal eden iğde kokusu sarsın...