Ragıp Zarakolu
İki kamp
Aslında birçok batı ülkesinde olduğu gibi bizde de iki tarihsel kanat var siyaset alanında. Birleşik Krallıkta bu kavga önce Muhafazakarlar ile Liberaller arasında sürdü. 2. Dünya savaşı sonucunda Liberallerin yerini Emek Partisi (Labour) aldı. Türkiye’de nedense İşçi Partisi olarak adlandırıldı. Sovyet Devriminin, Anavatan savaşının sonucu değişen dünya dengesinde işçi sınıfını zapturapt altında tutmanın başka bir yolu yoktu. ABD’deki 2 kamp ise Demokratlar ve Cumhuriyetçiler!
Bizde de siyasal erk savaşı geleneksel iki kamp arasında geçiyor. Kampın bir yanında İttihat/CHP çizgisi, öte tarafında ise İtilaf/Terakkiperver/Serbest/Demokrat/Adalet/ANAP/AKP kampı. İslami akımlar hep ikinci kampta yer aldı. Sonunda önderliği kapmayı başardı. Bu kısır döngüyü kırabilecek sol alternatif ise hep iki kampın işbirliği ile ezildi. Neyse bu başlı başına ayrı bir yazı konusu…
Fransız Devriminin tam da 200. Yılında Sovyetler Birliği ve Halk Cumhuriyetleri kampının çökmesinden sonra, Liberallerin işlevini Birleşik Krallıkta Emek Partisinin, Avrupa genelinde ise Sosyal Demokratların üstlendiğine tanık olduk.
Bundan sonra, Sovyet olgusunun ve onunla yarışmanın da bir sonucu olarak, kazanılmış olan sosyal hakların, Almanya’sından İskandinavya’sına, tırpanlanmasını izledik.
BU ise, haklarını yitiren işçi sınıflarının hızla milliyetçileşmesine neden oldu. Fransa’da Milli Cephenin yerel erki aldığı birçok yörede eskiden komünist belediyeler vardı. Birçok ülkede Sosyal Demokrat partiler liberalleşirken, buna tepki duyan kesimlerin sağ popülizme kaymasına neden olundu. Bu olguya, işsizliğin kitleleri sağa savurduğu, kapitalizmin en büyük bunalımını yaşadığı 30’lu yıllardan da vakıfız.
Sovyet sisteminin rakipliği ortadan kalkınca, artık globalleşme evrensel bir olgu haline geldi. Önünde çok az engel kalmıştı. Başlı başına Sovyet blokunun yeniden Pazar ekonomisine uygun biçimde inşası önemli bir patlama getirdi.
Ancak Sovyet-Batı bloku arasındaki çatışma arada bir "tarafsız" ülkelere nefes alabildikleri bir alan bırakmıştı.
Öte yandan çöküşün Balkanlarda ve Kafkasya’da yarattığı vakum alanının doldurulması da globalleşme için önemli fırsatlar sundu. Buraların restorasyonu da hayli bir zaman aldı. Ve sonunda sıra hala globalleşmeye kapılarını yeterince açmamış, Sovyet faktörünün görece serbestlik sağladığı Orta Doğu ülkelerinin restorasyonuna geldi.
1936 Sovyet Anayasasının cumhuriyetlere kendi kaderini belirleme hakkını, dolayısıyla ayrılma hakkını da tanımış olması bağımsızlaşma sürecinin oldukça barışçıl biçimde gerçekleşmesini sağlamıştı.
Sözde Sovyet tehdidine karşı oluşturulmuş olan NATO paktı, Varşova Paktının dağılma kararına karşın varlığını bu kez globalleşmenin ardındaki "savunma" aygıtı olarak devam etti. Ve bu arada, Sovyetler Birliğinden kopan Baltık Devletleri, Doğu Avrupa Halk Cumhuriyetleri, hazır olup olmadıklarına, insan hakları ve demokrasi kriterlerini yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın bir yandan AB üyesi yapılırken, bir yandan da NATO sisteminin parçası haline geldiler.
Kafkasya’da da Gürcistan bu sürece sokuldu. Bunu Rusya sineye çekmek durumunda kaldı. Afganistan’da Sovyet yanlısı Cumhuriyete karşı kullanılan İslamist hareket artık Rusya’nın özerk bir parçası olan Çeçenistan’daydı. NATO üyesi Türkiye Azerbaycan’da iş çeviriyordu.
Azerbaycan kendisi kendi kaderini belirleme hakkını özgürce kullanırken, Karabağ Özerk Cumhuriyetinin kendinden ayrılma hakkını tanımak istemedi ve halk direnişi sonucu yenildi. Türkiye ile Azerbaycan arasında sıkışmış olan Bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti, bu ciddi tehdit karşısında sınır güvenliğini Rusya’ya teslim etme durumunda kaldı ve bundan iç siyasal sistem ciddi yara aldı.
AB’nin sindirmeden yutma iştahı Ukrayna’yı da tutuşturunca, artık kuşatma neredeyse Moskova ve Petrograd önlerine kadar gelmiş gibi oldu.
Rusya, artık Afganistan savaşından bu yana devam eden bir çeşit pasif savunma savaşından, aktif savunmaya geçmek psikolojisine geçmişti. Ukrayna içindeki erk kavgasına aktif biçimde katıldığı gibi Rusların çoğunluğa sahip olduğu, Kruşçev’in Ukrayna’ya hediye ettiği Kırım’ı geri alma yanında, önemli Rus nüfusa sahip olan bölgelerin başkaldırısına destek verdi.
Batının "Ukrayna" atağından sonra, Rusya, Sovyetlerden elde kalmış son etki alanı olan Suriye’de Batının desteği ile başlatılan iç savaşa bilfiil müdahalede bulundu.
Rusya’nın Batı karşısında aktif bir savunma politikasına geçmesi ise, bir anlamda Batının baskısı altındaki İran ve benzeri ülkelere nefes alma olanağı sağladı. Sovyet döneminin Nasırcılık, Baas Partileri gibi akımlara nefes aldırması gibi.
Ancak bu ülkelerde de, global sistem yuttuklarını öğütmeye çalışa dursun tarih adeta durmuş gibiydi.
Bu ülkelerde de Mısır Tahrir örneğinde olduğu gibi ciddi özgürlükçü hareketlerin yükselmesi olgusu vardı. Bu hareketler otokratik rejimler tarafından ezilince, meydan "İslami Popülizme" kaldı.
Batıdaki sağ popülizmin, islami versiyonu!
ABD’de Trump erki kapmadan, Polonya’da Kaczyński, Macaristan’da Orban çoktan erki ele geçirip neofaşist , kibarca deyişle sağ popülist uygulamaları başlatmıştı. Hollanda da Winders, Avusturya’da Norbert Hofer, Fransa’da Le Pen’in seçim zaferleri ise güçbela engellendi. Sanki 30’lar Avrupa’sına dönmüş gibiyiz.
Globalizmin Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da yol açtığı savaşlar ve iç savaşların sebep olduğu ha bre tekrarlanan mülteci akınları, ucuz emek sağladığı için bir sorun değildi. Ama bunun yanında, globalizmin Asya ülkelerinde, uzak doğuda bir çeşit köle emeği kullanarak üretimde bulunması, fabrikalarını buralara taşıması da Batıdaki işçi sınıfının haklarını yitirme bir yana, çökmesine neden olmuştu. Bu da yükselen sağ popülizmi besleyen sosyal zemini oluşturdu.
Kendi ülkesinde emeği köleleştiren Çin ve Hindistan gibi ülkeler globalleşme içinde tek bir komuta merkezinin oluşamamasına neden oldu. Globalleşmenin bu ülkelerden yana eğilim göstermesinin sonucunda, dünyada liberalizmin şampiyonu olan, tarihi İngiltere’nin, ABD’nin sağ popülizme savrulması da tarihin bir cilvesi.
19. yy. ın "ucuz mal üreten ÇİN’i" İngiltere idi. Kadim Çin’in bütün manüfaktür sistemini serbest ticaret şampiyonluğu ile çökertmişlerdi. Hindistan gibi, Afrika gibi… Geleneksel manüfaktürlerin çöktüğü bu ülkelerde açlık kol gezer olmuştu. ABD’nin, İngiltere’nin bu haline tarihin bir çeşit intikamı da diyebiliriz.
Rosa Luxemburg boşuna ya sosyalizm ya da barbarlık dememişti. Sosyalizmin çökertildiği dünya durumunda da bizlere sadece George Orwell’in 1984’ünde öngördüğü 3 büyük ülkeli bir dünyada, tarafların ve ittifakların sürekli değiştiği savaşları izlemek kalmaz umut ederim.