Çetin Gürer
İmralı trafiği, çözüm ve CHP
Kayaları aşındıran dalgaların büyüklüğü değil, sürekliliğidir. Bugünlerdeki İmralı ziyaretleri bu sayede arttı ve hızlandı. Devletin artık ne kosteri bozuluyor, ne yakıt sorunu oluyor ne de yetersiz personel yüzünden gidişler engelleniyor. Hoş Öcalan’ın avukatları şimdiye kadar kendilerine sadece bir kez "resmi olarak" izin verildiğini açıkladı. Fakat Adalet Bakanı’nın açıklamasına göre 7 Mayıs tarihinde de CPT İmralı’yı ziyaret etti. MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın da adaya gidenler arasında olduğu söylendi. Bu ziyareti doğrulayan ve reddeden de olmadı. Biz gitmiş olduğunu varsayalım.
İmralı’ya yapılan bu ziyaretler ister istemez yeni bir süreç mi başlıyor sorusunu akıllara getiriyor ve kamuoyu bunu tartışıyor. Sadece tahminler ve kısıtlı bilgiler üzerinden yapılan akıl yürütmelere dayalı analizler dışında elde henüz yok bir şey. Yine de merak edilen en önemli sorulardan biri, İmralı da ne görüşülüyor? Görüşmelerin içeriği ne?
Bu soruya verilen cevaplar muhtelif. Birincisi Erdoğan ve AKP’nin en öncelikli gündemi olan İstanbul seçimleri. İkincisi, Suriye’nin yeni siyasal yapısında PYD ve Türkiye ilişkileri. Türkiye’nin PYD ile dolaylı yollardan görüştüğünü basına ilk duyuran CHP sözcüsü Faik Öztrak olmuştu. Üçüncüsü bu görüşmelere ABD’nin arabuluculuk ettiği artık sır olmadığına göre, ya PKK’nin YPG’ye dahil edilerek silahsızlandırılması ya da olası bir İran-ABD savaşında ABD’nin Türkiye, YPG ve PKK’yi müttefik yapma çabası. Ve son olarak Türkiye ve PKK arasında yeniden başlayabilecek bir çözüm sürecinin koşul ve şartlarının görüşülmesi. En azından böyle bir sürecin aktörleri, garantör devletleri, mekanizmaları ve aşamalarına dair yöntem tartışmaları. Biliyorum ya açlık grevleri diye soruyorsunuz. Evet, açlık grevlerinin neden bitmemiş olduğunu da bu çerçevede okumak mümkün. Böyle bir süreçte Öcalan’ın konumunun ve elinin güçlü olmasını öngören eylemciler, belli ki bu "yöntem" tartışmaları olumlu ya da olumsuz sonlanıncaya kadar eylemlerini bitirmeyecek gibi görünüyor.
Bilindiği üzere 2013’te başlayan çözüm süreci, 2012 yılında cezaevlerindeki açlık grevlerinden sonra başlamıştı. Özellikle Kasım 2012’den sonra İmralı’daki görüşme trafiği de bu süreçte artmıştı. Hepimiz bu süreçten Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın Ocak 2013’te İmralı’ya yaptığı ziyaret sonrası haberdar olmuştuk. Bu yönüyle bu görüşmeler, Kasım-Ocak 2013 arası dönemde yaşananlara benzerliğiyle de dikkat çekiyor.
Jonathan Powell, "Teröristlerle Konuşmak" adlı kitabında "pedal" metaforundan söz eder. Çözüm ve dialog süreçlerinde ayakta kalmanın önemini vurgulamak için kullandığı bu metafora göre, taraflar düşmemek ve yol almak için yavaş da olsa sürekli pedal çevirmelidir. Pedal çevirmeyi bıraktığınızda bisiklet hareket edemez, düşmek kaçınılmaz olur. Şayet akrobat değilseniz. 2013 yılında binilen "çözüm bisikleti" maalesef ki 2015 yılında devrildi. O tarihten bu yana AKP’nin Kürtlere, Türkiye’ye yaşattığı saldırgan, yıkıcı savaş politikalarının açtığı yaralar hala kanıyor. Şu anda İmralı’da başlayan görüşme trafiği, bir "bisiklete yeniden binme" girişimiyse, bunun en büyük handikapı gerçekçi olmak gerekir ki AKP ve Erdoğan’dır. Seçimi kaybedince "çözüm sürecinin artık filmini çekersiniz" diyen AKP zihniyetidir.
AKP, çözüm süreci sonrası sergilediği savaş, yıkım ve demokrasi karşıtı politikalarıyla onarılması güç toplumsal ve siyasal yaralara imza attı ve Türkiye her alanda bir bataklığa saplandı.Bertelsmann Vakfı’nın 2018 Türkiye raporunda bu yıkım aynen şu cümlelerle ifade ediliyor: "Bugün Türkiye’de demokrasinin en büyük düşmanı hükümetin bizzat kendisidir. AKP’nin yaptıklarıyla karşılaştırıldığında "eski düşman" olarak bilinen Kürt radikalizmi ve ordu çok güçsüzdür". Bu açıdan AKP, olası yeni bir çözüm süreci ve demokratikleşme için güven duyulabilecek bir taraf olmadığını fazlasıyla ispat etmiş oldu. Hoş bana kalırsa AKP ta 2009 yılındaki Oslo sürecinde güvensiz bir partner olduğunu göstermişti. Şimdi böyle bir parti ve başındaki Erdoğan ile hiçbir şey olmamış gibi yeni bir çözüm sürecinin başlaması pek olanaklı değil. Sosyolog Bülent Küçük de AKP’nin yeniden "demokrasi ayarlarına" dönebilmesini haklı olarak "siyasal bir nostalji" olarak ifade etti. En azından daha önceki süreç gibi, güvenirliği, garantisi, yasası ve karşılılık esasları olmayan yeni bir başlangıca hem Kürtler hem de Türkiye’nin demokrasi güçleri kolay ikna olmaz. Herkesin karnının yeterince tok olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Fakat yeni bir çözüm sürecinin yürütücüleri, aktörleri kim olabilir sorusunu yine de sormak gerekir. Güven vermeyen bir AKP hala tek başına bir aktör olacak mı? Gerçekçi olmak gerekirse AKP ve Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe muhatap ve aktör olma rolünü hep talep edecek. Fakat tek başına AKP’nin aktör olarak kabul görmesinin imkânsızlıkları açık olduğundan diğer bir aktör CHP olmak zorundadır. CHP’siz yeni bir çözüm süreci sürdürülebilir olamaz. CHP’siz bir sürecin sağlıklı işlemeyeceğini bir önceki çözüm sürecinde de bizzat ifade eden Öcalan olmuştu. HDP heyeti de CHP’yi o sürece dâhil etmek için gerekli çabayı göstermiş olsa da, Kılıçdaroğlu bunun bir parçası olmayı reddetmişti.
Olası bir çözüm sürecini CHP kanadında yürütecek ismin İmamoğlu olması daha çok destek kazanır. Kılıçdaroğlu, yolsuzluğa bulaşmamış olması, sukuneti ve uzlaşmacı tarzıyla "saygı" gören bir siyasetçi olsa da, Türkiye’nin mevcut sorunları karşısında politika üretememesi, örneğin Kürt sorunu karşısında cesur ve çözüm odaklı olamaması nedeniyle hep eksik kalmış bir siyasetçidir. Bu son dönemde bile Kürtler ve Kürt sorunu karşısındaki sessizliği hem şaşkınlık uyandırıyor hem de bir lider olarak siyasetçi kimliğini sorgulatıyor. Öyle ki Devlet Bahçeli’nin bile "Öcalan, avukatlarıyla görüşebilmeli" diyebildiği koşullarda Kılıçdaroğlu’nun tecrite, çözüme, Kürtlere dair herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınması, Türkiye’nin en köklü sorunu karşısında cesareti olmadığını gösteriyor. Herşey güzel olacak sloganının altı, en azından Kürt meselesinin çözümü minvalinde Kılıçdaroğlu tarafından boş bırakılıyor. Kürt meselesi barışçıl, demokratik ve anayasal bir temelde çözülmeden her şey nasıl güzel olacak?
Ekrem İmamoğlu, hem Kılıçdaroğlu’nun bu ketumluğunu aşan hem de CHP’nin ta 1990’larda ortaya koyduğu o meşhur "Kürt Raporunda" yazılan yaklaşımın –ekonomik geri kalmışlık- ötesinde bir ufka sahip. 18 Nisan’da Rûdaw TV’den Rawîn Sterk’e verdiği röportajda bu ufkunu göstermişti. Ne demişti İmamoğlu: "Kürt sorunu" dediğimiz zaman, o bile ayrımcılık başlatıyor. Hâlbuki eşitlenme duygusu, yurttaş eşitliğinden bahsetmeliyiz… Her etnik kavram başka etnik grupların içerisinde kendine has değerlere kitlenmesine veya orada kendine muhafaza alanı üretmesine neden olur ki bu sefer tepki doğuran başka bir gurubun varlığını sanki tanımlamış olur. Ben buna karşıyım."
Bu ifadeler, azınlık hakları ve çokkültürcülük çalışan araştırmacılar için oldukça tanıdık. İmamoğlu, 90’ların başlarında Habermas ve Taylor arasında cereyan eden "çokkültürcülük" tartışmalarındaki Habermas’çı yaklaşımı dile getiriyor. Anayasal yurttaşlık temelinde bireysel hakların garanti altına alındığı, devletlerin herhangi bir etnik, dinsel vb. gruba "pozitif ayrımcılık" yapmadığı cumhuriyetçi bir anayasal düzen anlayışını yani. İmamoğlu’nun bu ifadelerini, Kürtlerin hakları ancak "eşit yurttaşlık" temelinde çözülebilecek anayasal bir konudur diye yorumlamak yanlış olmaz. Kimileri belki bu yaklaşımı da yetersiz, eksik bulabilir. Örneğin ben bu tür sorunların çözümünde "komuniteryanizm" olarak bilinen ve grup haklarına dayalı politikaların gerekli olduğunu düşünenlerdenim. Fakat yine de İmamoğlu’nun klasik CHP’nin sınırlarını aşan bir yaklaşıma sahip olduğu teslim edilmelidir. Bu nedenle İstanbul seçimlerinde İmamoğlu’nun desteklenmesi ve yeniden kazanması oldukça önemli. Fakat bu başarı, büyük ölçüde CHP kanadının Kürtler ve Kürt meselesinde şu anda atacağı cesur adımlara ve göstereceği tutuma bağlı.
Son söz olarak, Türkiye’de siyasal gelişmeler elbette çok hızlı yön değiştirebiliyor. İmralı’da başlayan görüşmeler bir çözüm sürecine evrilir mi bir ihtimal. İmralı’da bir takım görüşmelerin yapılması çözüm süreci için yeterli bir işaret mi, bu da bir başka soru. Bununla birlikte benim açımdan en önemli işaret, içişleri bakanlığında yapılacak görev değişikliğidir. Nedeni basit. Devlet, Kürt Meselesini "güvenlik sorunu" olarak gördüğü için adres hep TSK’yla birlikte içişleri bakanlığı olmuştur. Özellikle AKP döneminde İçişleri bakanları, devletin Kürt politikalarını uygulayan bürokratlarıdır. Savaş zamanı savaş diyen –Soylu gibi- çözüm zamanı barış diyen –A.Aksu gibi- içişleri bakanları hep bu kapsamda görev almışlardır. Şayet Süleyman Soylu görevden alınırsa devletin Kürt Meselesine yaklaşımında bir politika değişikliğine gittiğinin veya gideceğinin ilk fişeği ateşlenmiş olur. Bu gelişmeyi de yakından takip edip beklemek, görmek gerekir.