Ümit Kardaş
İngiltere örneği üzerinden: Türkiye'de siyasi birliğin temsil krizi
Monarşiye dayalı parlamenter sistemin demokratik kültürle buluştuğu İngiltere önemli bir örnek.
Birleşik Krallık (United Kingdom), İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’yı içine alan siyasi bir kavramı ifade eder. Bu ülkeler merkez olan İngiltere’den özerklik modeliyle yönetilir.
İngiltere’nin yazılı bir anayasasının olmadığı söylense de, Anayasa, örf hukukunun, tarihsel bildirilerin, az sayıda kanunun ve en önemlisi oturmuş geleneklerin yüzlerce yaşındaki koleksiyonundan oluşur.
Hak ve özgürlüklerin koruyucusu olan hâkimlerin yüzyıllar içinde yarattıkları ortak hukuk (common law) sistemin teminatı kabul edilir... Eklektik niteliği, bu birikime esneklik kazandırır. Atıfta bulunulacak yazılı bir anayasa olmadığı için, hiçbir şey "anayasal değil" diye ilan edilemez.
ABD Yüksek Mahkemesi, bazı yasaları anayasal olmadığı gerekçesiyle engelleyebildiği halde, İngiltere’de bu durum insan hakları açısından sorun oluşturduğundan, AİHM pek çok davada Birleşik Krallık aleyhine karar verdi.
Bunun üzerine 2000 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi iç yasa olarak kabul edilerek hak ve özgürlükler güvenceye alınmaya çalışıldı. Yazılı bir anayasa yapılması ise halen bir tartışma konusu.
Birleşik Krallık’ta resmî törenlere ve yazılı metinlere bakıldığında Kral (ya da taht kadınlara açık olduğundan mevcut kraliçe) çok geniş yetkilere sahipmiş gibi görünür. Ancak kral, kabinenin üstlenmeyeceği hiçbir sorumluluğu üzerine alamaz... Kral, "hüküm sürer ama hükmetmez". Etkin görev Başbakanınkidir.
Kral, birliğin sembolü olup, siyasal işlevi siyasi-hukuki düzenin uyum içinde işleyişini kolaylaştırmaktır.
İngiliz kamu hukukunda "Kralın Sorumsuzluğu" ilkesi kabul edilmiştir. "Kral kötü bir şey yapamaz" (King can do not wrong). Bu kuralın anlamı kralın kendi başına hareket edememesidir. Bu kabul mizahi bir yolla şöyle dillendirilir. "Kral bir bakanı öldürürse başbakan sorumludur, ama kral başbakanı öldürürse hiç kimse sorumlu tutulamaz."
Kral, parlamentoyu ancak başbakanın isteği üzerine feshedebilir. Bakanlardan birinin değiştirilmesi yine başbakanın isteği üzerine olabilir. Kral yasaları veto yetkisini 1707’den bu yana kullanmamıştır.
Ancak buna rağmen kral, iç ve dış gelişmelerden haberdar edilir. Başbakan ve kabine ile temas eder. Sonuç olarak kral, "Büyük İngiliz Ailesi"ni birleştiren sürekliliği ve birliği sağlayan bir semboldür.
Görülmektedir ki; İngiliz parlamentarizmi içinde kral tarihî kurumsal vurgusunun dışında parlamenter rejimlerdeki birleştirici, yetkileri daraltılmış, sembolik bir cumhurbaşkanı konumundadır. Alman cumhurbaşkanı da aynı tarafsızlık ve hakem rolüyle Alman siyasi birliğini temsil eder.
Kral ya da cumhurbaşkanı içeride ve dışarıda tarafsız, uzlaştırıcı rolüyle siyasi sistemin istikrarlı ve uzlaşma-işbirliği çerçevesinde işlemesini sağlarken dışa karşı siyasi birliği temsil eden moral bir değer ifade eder.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ise padişahı çevreden sınırlayacak güçlü feodal bir sınıf yoktu. Magna Carta’dan 593 yıl sonra gelen 1808 tarihli Sened-i İttifak cılız bir hareket olarak kaldı ve kısa bir süre sonra çöpe atıldı.
İmparatorlukta Fransa’da olduğu gibi bir burjuva sınıfı da oluşmadı. Burjuvaziyi oluşturabilecek gayrimüslim kesimler de çeşitli nedenlerle bu işlevi göremediler.
Padişahın gücünün karşısında onun gücünü dengeleyebilecek güçlü sınıflar oluşmadığından çok geç olarak yine gayrimüslimler üzerinden Batı’nın baskısıyla ve bürokrasinin etkisiyle padişahın gücü sınırlanmaya, hak ve özgürlükler hukuki teminat altına alınmaya çalışıldı.
1876 tarihli Kanun-u Esasi ile kurulan parlamento kısa bir süre sonra tatil edildi, uzun bir baskı döneminden sonra 8 Ağustos 1909’da Kanunu Esasi’de yapılan bir dizi radikal değişiklikle padişahın yetkileri azaltılarak parlamenter rejime adım atıldı. Bu çizgi sonraki anayasalarla birlikte parlamenter rejim yönünde ilerledi.
Türkiye’de 1924 Anayasası ile getirilen modelle meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında karma bir sisteme gidildi.
1961 Anayasası ile getirilen sistemde ise artık güçler ayrılığı belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Yasama yetkisi meclis ve senatodan oluşan TBMM’ye verildi, yürütmeden "görev" olarak söz edildi.
Bu sınırlamada meclis hükümeti sistemi ile oluşan geleneğin etkisi olduğunu söylemek gerekir. Yürütmenin görevini "kanunlar çerçevesinde yapmasının" öngörülmesi, yürütmeye duyulan bir güvensizliğin sonucuydu.1961 Anayasası’nın getirdiği sistem, yasamaya belli bir üstünlük tanıyan parlamenter sistemdi.
1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nın çizgisini sürdürerek parlamentonun üstünlüğü ilkesini korudu; ancak farklı olarak yürütmeyi biraz daha güçlendirdi.1961 Anayasası’nda yürütme salt bir "görev" iken, 1982 Anayasası ile salt bir "görev" değil aynı zamanda bir "yetki" oldu.
1961 Anayasası cumhurbaşkanının tarafsızlığına ve siyasi ilişkilerinde bir denge öğesi olmasına büyük önem verdi.1982 Anayasası da cumhurbaşkanının bu özelliğini korumakla birlikte, cumhurbaşkanını güçlendiren ve tek başına kullanacağı yetkileri arttıran bir anayasa oldu.
Türkiye’de cumhuriyet, "biz" olma duygusuna sahip, farklılıklarla birlikte uzlaşma-işbirliği içinde yaşama geleneğine sahip bir toplum yaratamadı. Vesayet altındaki siyasi sistem parlamenter sistemden kopup, denetimsiz bir tek adam sistemine geçtiğinde artık toplum olma şansı da yitirildi.
Gelinen noktada nevi şahsına münhasır sistemi savunanlar söylem ve uygulamalarıyla iç çatışmaları, gerilimleri ve bölünmeleri beslediler. Partili Cumhurbaşkanı tarafsız olamadığından ortada herkesi kucaklayacak, ihtilafları uzlaşma zeminine çekecek ve hakem rolü oynayacak yani siyasi birliği sağlayacak bir siyasi aktör kalmadı.
Türkiye, merkezden bölgelere yetki devri, iktidarın hukukla dengelenmesi, bürokratik kurumların şeffaflığı ve hesap verebilirliği, anadiliyle yaşamak, siyasetin finansmanı gibi çoklu, katılımcı, özgürlükçü, meşru hukuka bağlı bir demokrasiyi inşa etme yönündeki anayasal tartışmaları yapamadı.
Ülkenin faşizme sürüklenmesine neden olma potansiyeli taşıyan Anayasa değişikliğiyle Türk tipi başkanlık sistemine geçildi. Halka mutlak yetkilerle donatılmış güçlü başkanın sorunları çabucak çözeceği, ülkenin böylece çağ atlayacağı anlatıldı.
Türk tipi başkanlık sisteminde yetkiler aynen merkezde kaldı. Bürokratik kurumlar inanılmaz yetkilerle, kapalı, hukukla denetlenemez bir şekilde partili cumhurbaşkanına bağlandı.
Yasama ve yargı organı tarafından frenlenemeyen ve denetlenemeyen ve yürütmenin tek şahısta tecessüm ettiği partili cumhurbaşkanlığı makamı demokrasinin ve hukukun dışında konumlanmış durumda.
Valilik ve kaymakamlık üzerinden oluşmuş, ağır bir idari vesayete dayalı kolonyal bir yapılanma, kapalı ve denetlenemeyen bürokratik kurumlar, hukuku ayak bağı kurma zihniyetiyle donanmış parti ve iktidar yapısı değişmeyen çıkmazımız.
Türkiye’nin dengelenemez ve denetlenemez bir güce sahip, toplum olma vasfına ulaşamamış toplulukları ayrıştıran, partili ve taraflı bir başkana ihtiyacı yok.
Aksine tarafsız, sembolik yetkilere sahip, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, uzlaştırıp işbirliği yapmalarını sağlayan, toplumu "biz" olmaya teşvik eden, dışta da Türkiye toplumunu ve siyasi birliği temsil ettiğini gösteren bir cumhurbaşkanına ihtiyacı var.