İnsansız Medya Aracı

RSF 2018 raporuna göre Türkiye’de Basın Özgülüğü yok gibi… Genel olarak diğer ülkelerde de durum pek parlak değil. Nedenleri…

Dünyanın en önemli gazetecilik örgütlerinden biri olan RSF (Sınır Tanımayan Gazeteciler) Çarşamba günü 2018 Basın Özgürlüğü raporunu ve klasmanını yayınladı. Türkiye bir yıl içinde 2 adım daha gerileyerek, 180 ülke arasında 157. sırada. Bu da şu demek: Türkiye, dünyada basın özgürlüğünün olmadığı ya da aşırı sınırlandığı 23 ülkeden biri.

Bu yıl raporda, gazeteciliğin ve gazetecilerin dünya çapında tehdit altında olduğu belirtilirken, çoğu zaman iktidarlar tarafından cinayete kurban giden meslekdaşlarımız, alanda çalışırken yararlanan, işini yapamaz hale gelen muhabirler, yasaklanan ya da kapanmak zorunda kalan yayın organları, işsizliğe itilen çalışanlar, başta devlet olmak üzere çeşitli güç odaklarının mesleğe yönelik fiziki ve sözlü saldırıları, sansür, otosansür, ekonomik baskılar… vs… somut örneklerle bir bir açıklanmış.

Gazetecilik siyasetle, toplumla, kültür ve maliye ile çok yakın bağları olan bir meslek. Dünyanın genel siyasi-ideolojik gidişatı, kaçınılmaz olarak gazeteciliği de etkiliyor. İnternet ve diğer iletişim teknolojilerinin medya mülkiyetini, okurları ve gazetecileri de değiştirdiği bir gerçek. Neoliberalizmin sıkıntı ve sorunlarla olsa da global çapta egemenliğini sürdürmeye çalıştığı bir dönemde, aşırı-sağın, popülizmin, mülteci ve yabancı düşmanlığının dünya çapında yükseldiğini göz önünde bulundurursak, gazeteciliğin iktidarlar tarafından neden bu kadar lanetlendiğini/aşağılandığını da anlayabiliriz. Donald Trump çıkıyor mesela "Medya halk düşmanıdır’’ ya da "Gazeteciler toplumun en ahlaksız kesimlerinden gelen insanlardır’’ diyebiliyor. Gerçi ondan önce Erdoğan da, "Bazen bir kitap bombadan daha etkilidir’’ demişti. Bir televizyon kameramanı, üstelik kadın, herkesin gözü önünde, bir sınır bölgesinde, hayatını kurtarmaya çalışan bir mülteciye çelme takıp onu yere devirebiliyor. Filipinlerde Başkan Duerte elinde kalaşnikofla "Bu, gazeteciler için’’ diyerek meslektaşlarımızı tehdit edebiliyor.

Siyasetin sağcılaştığı, toplumsal dokunun çözülüp bozulduğu, kolektifin ya da bireyin değil bencilliğin ön plana çıktığı ortamda, bu yozlaşmadan gazetecilik de nasibini alıyor. Türkiye’deki iktidar yanlısı medya, gazeteciliğin neredeyse tüm ilke ve kurallarını hayasızca çiğneyip, gazetecilik dışında her şeyi yapabiliyor.

Kültürel alana bakacak olursa, yine bu neoliberal zihniyetin, estetik, kamusal kaygı, gelenek gibi motifleri pas geçip, mümkünse dolar üzerinden cari değeri, kültür ve sanatın belirleyici ölçüsü haline getirmesi de medya aracılığı ile popüler hale getiriliyor hatta egemen ideolojinin bir boyutu konumuna geçiyor. Medya mekanizmasının iç işleyişinde de bu kural uygulanıyor: Kalite değil tiraj/reyting tayin edici.  

Maliye/ekonomi dünyası da, aynı siyasi-ideolojik-toplumsal-kültürel eğilimlerin para dünyasına yansımasının somut mecrası olduğu için, paranın, paracılığın tayin edici tek değer ve araç haline gelmesi kaçınılmaz oluyor.

1980’den sonra başlayan Yeni Dünya Düzeni adı verilen bu neoliberal ortam, artık Post-Truth’dan (Gerçek Ötesi/Sonrası) sonra şimdilerde Post-Human (İnsan Ötesi/Sonrası)  aşamalara ağırlık vererek aslında toplumda hem denetleme hem de dengeleme işlevi görmesi gerek gazeteciliği tüm siyasi/toplumsal/ideolojik/kültürel mecralardan ve hayatlardan devre dışı bırakmaya çalışıyor. Medya, sıradan bir eğlence üreticisi/dağıtıcısı/mecrası haline gelirken, egemenlerin bütün olumsuzluklarını, haksızlıklarını, yasa dışı ve gayri meşru faaliyetlerini kimi zaman gizleyen bazen de haklı çıkarmaya çalışan bir ajan işlevi görüyor. İnsanı bertaraf etmeye çalışan eğilim, algoritmalarla, yapay zekayla filan yeni bir çark oluşturmaya çalışıyor. Çünkü bizim bildiğimiz gazetecilik, 19. yüzyıl liberal teorisyenlerinin tanımına göre, yargı-yasama-yürütmeyi kamu adına denetlemesi gereken bir dördüncü kuvvet. Aynı dönemin parlak teori ve eylem insanı, bizzat kendisi de uzun süre gazetecilik yapmış olan Karl Marx ise, 1849 Şubatı’nda Köln Mahkemesi'nde yaptığı savunmada "Basının birinci görevi, mevcut siyasi durumun bütün temellerinin altını oymaktır" demişti. 

Ne var ki, en somut örneği herhalde Türkiye’de yaşanıyor, 21. Yüzyılın başında artık yargı-yasama-yürütme de geleneksel/klasik anlam ve işlevlerini olumsuz bir şekilde yitirme aşamasında. Dolayısıyla bu ilk üç güçle ilişkisi itibarıyla da gazeteciliğin de anlam, işlev ve hatta tanımı da büyük ölçüde erozyona uğradı. Araya hemen bir kıyaslama: Türkiye’de 1980’e kadar ideal gazeteci portresi çizmek isterseniz, mesela bence en iyi somut örnek Abdi İpekçi olur. Bugün makbul (Kim tarafından?) gazeteci diye lanse edilen örnek ise mesela A. Selvi. Bu kıyaslamada insaflı davranıp C. Küçük’ün adını anmadım!

Genel siyasi/ideolojik/toplumsal ortamın yanı sıra medya mülkiyeti tayin edici bütün bu gelişmelerde. Doğan Medya'nın son olarak başına gelen de zaten bu alanın önemini bir kez daha gösterdi. Türkiye’deki gazetecilerin mesleki yetkinlik ve kaliteleri konusuna hiç girmeyeceğim. Çünkü girilebilecek bir alan yok ortada.

Okur belki en önemli unsur/boyut. Bu mecradan umudu tamamen kesmemek gerekir. Palavra tarihi filmler televizyonda yayınlanırken, ekran karşısında pala ve kamalarla show yapanları gördünüz değil mi? Hakiki ile sanalı ayırt edememenin en üst ve en komik safhası. Ne var ki, koskoca Cumhurbaşkanı'nın iki kanalda naklen yayınlanan ortak programının reytinglerde dizi özetlerinin bile altına düşmesi yurttaş bilinci ve tercihi açısından herhalde memnuniyet verici bir olgu.

Bir insanın duyması/görmesi/konuşması ne ise, basın özgürlüğü de bir toplum için aynı değer ve işleve sahiptir. "Memleketin televizyonları, radyoları, internet siteleri cebren ve hile ile ya da para ile aziz vatanın bütün gazeteleri gibi zapt edilmiş, matbaalarına girilmiş, bütün bağımsız yayınları dağıtılmış olabilir’’.

Şimdilerde seçim dönemindeyiz ya… Hukukun Üstünlüğü, Parlamenter Sisteme Dönüş ve OHAL’in hemen kaldırılmasının yanı sıra eklenebilecek önemli bir talep de Basın Özgürlüğünün yeniden tesis edilmesi olmalı.

Bitiriyorum: Le Monde’un kurucusu, toprağı bol olsun, Hubert Beuve-Méry’nin sözüdür, "Her ülke layık olduğu gazeteyi çıkarır’’. İşte bu nedenle Le Monde ancak Fransa’da, Spiegel ancak Almanya’da, Washington Post ya da New York Times da ancak ABD’de yayınlanabilir. Şimdi araya müzikal bir mola. Mazohizmin şahikası, Kayahan söylüyor: "Seni versinler ellere beni vursunlar/ Sana sevdanın yolları bana kurşunlar’’. AMK, Yeni Akit ya da Önce Vatan gibi gazeteler de ancak Türkiye’de yayınlanır.

Bu yazdan sonra işler iyi giderse, yeni gazeteler tasarlamak gerekecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi