Şahap Eraslan
Irkçılık yazıları – II: Soykırım ve kötülüğün ortaya çıkışı
Bir insan nasıl toplu katliam yapabilir?
Soykırım ırkçılığın vardığı en uç deneyimlerden biri. Geçmişimizde bazı gruplar soykırıma uğradıklarını anlattılar/anlatıyorlar. Bu konuyu önce uzaklara taşımak ve oradaki soykırımlara bakarak kavramaya çalışmak soykırımı konuşmayı sağlayabilir. Geçtiğimiz yıllarda insanlığın tanık olduğu, televizyonlardan naklen yayınlanan, belgelenen soykırımlar var. Ruanda, Yugoslavya ve son olarak Irak'taki Êzidîler gibi.
Harald Welzer şu bilindik sorulara yanıtlar arıyor: İnsanlar neden birer seri katil oluyor ve soykırım uyguluyor? [1] II. Dünya Savaşı sonrası Nürnberg Mahkemeleri’nde mahkeme psikoloğu olarak çalışan Douglas Kelly, dönemin önemli Rorschach uzmanlarına Nazi rejiminin önemli isimleriyle yapılan görüşmelerde toplanan materyalini değerlendirilmesi için bir öneri götürüyor ve uzmanlar böyle bir çalışmayı reddediyorlar.[2] Bu red aslında çok dikkat çekicidir. Kelly kendi değerlendirmesini yazıyor: Bu katillerin hiçbirinin özel bir psikolojik yapısı yok ve hasta değiller. Benzer bir ifadeye Adolf Eichmann’ın bilirkişi raporunda da rastlarız: Sıradan normal biri.[3] Daha sonra Nürnberg materyalini inceleyen uzmanlar da benzer çıkarımlarda bulunurlar. Soykırım yapanlar birer psikolojik hasta değiller. Yani sıradan ve normal insanlar özel durumlar oluştuğunda cani olabiliyorlar. Peki bu özel koşullar nelerdir?
Kiev yakınlarındaki Babi Yar’da birkaç yüz Nazi iki gün içinde 33.000 Yahudi’yi çocuk kadın erkek yaşlı demeden katletmişlerdir. Ünlü Rus besteci Dimitri Şostakoviç’in bestelediği 13. Senfoni, bu olayı anlatır.[4] Naziler katledecekleri insanlar arasında hiçbir ayrım yapmamışlardır, Welzer de soykırımın kendine özgü bir iç dinamiği olduğuna vurgu yapar.[5] İnsanlar bu dinamikten ötürü kendilerinden hiç beklenmeyen bu caniliği yapabiliyorlar. Olaylara bir referans dayanağı/çerçevesi (=Referenzrahmen) bulduklarında da bu yaptıklarını gerekçelendiriyorlar: “Savaşta böyle şeyler olur” ya da en bilindiklerden “Ben sadece emri yerine getirdim” gibi. Savaş şartlarında bulunulması, emrin yerine getirilmesi bu caniliğin çerçevesini oluşturuyor. Şerefli, güvenilir, işine sadık bilinen kişiler vazifelerinin gereği olduğu için, güvenilirliklerini sarsmamak için toplu katliamlara katılıyorlar ve bu onların ahlaklarıyla bir çelişki yaratmıyor.[6] Yani kendi ahlaklarına uygunluğun gereği cani oluyorlar.
Onlar kendilerinin katil, cani olarak tanımlanmalarına da razı değiller, çünkü bu tanım onların öz imajına aykırı. Yani bu katiller kendilerini işlerinin gereğini yapmış “iyi bir insan” olarak görebiliyorlar. Welzer, Nazilerde evrensel bir ahlaktan öte “özel ahlak”ın (=partikulare Moral) olduğunu söyler.[7] Bu özel ahlak bazı insanları (Aryan Almanlar) üstün ırk sayar ve alt sınıflardaki insanlar, insan dahi sayılmadığından öldürülmeleri de ahlaki bir sorun yaratmaz. Yani soykırımcılarda evrensel ahlak normlarına göre ahlaksızlık saydığımız ve bütün dinlerin temek öğretisi olan “öldürme yasağı” ahlaksızlık değildir çünkü soykırımcılar düşmanlarını kendileriyle hiçbir zaman eşit görmezler ve o insanları insandışılaştırırlar. Yani Naziler ahlaklı olduklarını sandıkları için/ahlaklı olmak için canileştiler ve bu canilik onlara göre normaldi ve ahlaki normlarına uygundu.
Erol Taş’ı düşünelim... Rolü gereği kötü insan, gerçekte herhangi bir insandır. Tamamen kurgu rolü gereği kötü olmaktadır... Peki bir insan cinayetler işleyip kendini nasıl katil hissetmez? Bu sorunun cevabını Wetzler, Erwing Goffman’ın “roldeki mesafe” kuramında buluyor.[8] Bir insanın işi aynı zamanda o işe ait bir imajı da gerektiriyor. İnsan işini yaparken kendi duygularını bir kenara itebiliyor. Bir hâkim işlediği suçtan ötürü suçluya acıyabilir ama işi gereği acıma duygusunu görmezden gelebilir. Kendini üstün sayan Nazi subayı insan görmediği, böcek saydığı Yahudi’yi öldürürken yaptığı eylemi kötülük sayamayabiliyor.
Irkçılığın radikal biçimde savunduğu en önemli tezi insanlar arasında giderilmez bir eşitsizliğin olduğu, bazı insanların üstün bazılarınınsa insana benzediği ama insan olmadığı, alt insan olduğudur. Terörist sanılan binlerce insanın öldürülmesi, hapsedilmesi, işkenceden geçirilmesi görevle araya konulan mesafeden ötürü kötülük değil de kahramanlık hikâyesi olabiliyor. Bizi “sırtımızdan vuran hain Ermenilere haklı cevabı vermek” de bir kaçınılmazlık, gereklilik ve kendini savunmadır (soykırım değil yani). Cinayeti iş/rol gereği görünce katiller normal hayatlarında kendilerini katil saymayabiliyorlar ama gerçek hayat film değil ve katledilenler gerçekten ölüyorlar…
Naziler kendi açılarından soykırımı kendilerini ahlaklı sandıkları için yaptıklarına inandılar. Burada yapılan zulmü anlamında değil de insanların zulmü üretirken nasıl olduklarına anlamaya dair yazdıklarım. Arendt’in de sözünü ettiği “kötülüğün sıradanlığı” varolan bir olgudur. Arendt, Eichmann’ın yargılamasını izleyerek bu Nazi’nin sıradan bir şekilde, sadece işini yaparak binlerce insanı ölüme yolladığını anlatır.
SOYKIRIM KURBANI ÇOCUKLAR
Naziler kısa süre sonra kadınları ve erkekleri öldürmeyi “teknik olarak bir iş”e çevirdiler ve imha sadece bir vazifenin yerine getirilmesi, sıradan bir işti. Düşmanları öldürmeyi kendi askerlik ve vazife anlayışlarına entegre ederek özel bir ahlak yaratabiliyorlardı. Peki ya çocuklar? 1941 yazında 45. Tabur yeni doğmuş bebekten altı yaşındakilere, 90 çocuğu katletmekle görevlendirilir. Askerler emre uymaz ve bebek öldürme talimini gerçekleştirmemişlerdir. Kendi görev ve ahlak tanımlarına bu durumu sığdırmakta zorlanırlar. Askerleri, yetişkinleri uzaktan kurşunlamak onlara bedensel mesafe koymak, haykırışlarından uzakta durmak mümkündür. Ama bebekler ve çocuklar istenileni başka bir dilde anlamazlar, ağlarlar… Bebeği, küçük çocuğu önce kucaklamak ve kurşunlanacak yere götürmek gerekir. Bu durum bazı askerlerin işini zorlaştırır. Ama buna rağmen soykırım anlatılarında çocukların analarının karnında/kucağında katledildiği anlatılır (Ermeni anlatılarından özellikle kız çocukların ganimet olarak paylaşıldığından bahsedilir ki bu mesele çok taraflı bir şekilde ele alınmalıdır).
Çeşitli kültürlerde insanların ortak arzuları onurunu yitirmeden ölmek. Soykırımda işte bu son isteğe de saldırılıyor. Mağdurların kutsalına ve önemsediği değerlere de saldırarak katlediyorlar. İnsanların onurunu kirletmeyi deneyerek öldürmek… Bu alçaklığın katmerlenmesidir. Cezalandırmada cezalandırılan kim olursa olsun, ne yapmış olursa yapsın son arzusunu sormak ve mümkünse bunu yerine getirmek cezalandırılana insanca son görev. Bu faile iyilik gibi görünse de geride kalanların bir kişiyi idam ederken bile insan kalma çabası gibidir. Bir katili idam ederek cezalandırmayı, öldürmeyi insanın "hümanistleştirme" çabası.
Birçok kültürde bu tutum kabul görüyor. Soykırım ve benzeri toplu katliamlarda bu kurala uyulmuyor. Bir suçlu var ve bu "suçlu" cezalandırılacak. İşte bu cezalandırmada ceza ne olursa olsun cezalandıran insan cezalandırılanın son arzusunu yerine getirerek insan kalmayı başarıyor. En azından böyle bir kabul var. Sıradan bir ayrıntı belki. İz bırakıyor, acıtıyor…
Soykırımlarda gözlenen bir fenomen daha var: Maraş’ta Alevi bir kadının öğretmen eşine söylediği: “Beni onların eline bırakma, sen öldür.” Soykırımda öldürme bazen öldürme şölenine, öldürmek değil de aşağılayarak öldürmeye dönüşüyor. Sadece kurşun sıkmak soykırımcının öfkesini dindirmiyor. Çoğu kez soykırımcının katil olmadan önceki süreçte caniliğe hazırlanırken öfkeyle doldurulur. İşte bu öfke bazen sadece öldürmekle giderilemez. Aşağılayarak öldürme, insadışılaştırıldığı için öldürülecek kimse ve öldürme yöntemleri de kirletilir. Tecavüz, işkenceyle öldürme gibi.
İşte bu durum soykırımcının eline düşme korkusunu da artırıyor ve bu tutsak olmamak için intihara ya da “beni sen öldür”e varıyor. Franco ‘Bifo’ Berardi, intiharın sadece psikopatolojik olmadığını politik tarihte rastlanan bir oldu olduğuna vurgu yapar.[9] Mesela İspanya'nın Amerika'yı sömürgeleştirmesi sonrasında, Amerikan Yerlileri kendilerine layık görülen hayatı reddedebilmek için intiharı seçmişlerdir. İntihar bu kontekste kültürel yaşamın yıkımını bu insanlar onursuzluk saydıklarından[10] intiharla "onurlu" bir eylem yaptıklarına inanıyorlardı.
Benzer bir fenomen Bali Adası'nda yaşayan yerlilerde görülüyor. 1906 yılında Hollandalıların adaya çıkmasıyla teslim olmayı onursuzluk ve aşağılanma sayan yerliler “puputan”[11] diye adlandırdıkları ritüelize edilmiş bir intiharı seçmişler. Ritüelize çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri kalmayan insanların onurlarını kurtarmak ve aidiyetlerini kanıtlamak için halklarının parçası oldukları duygusunu son kez yaşamak için intihar ediyorlar. Birçok soykırımda ya da savaş sonrasında yaşanacak zulümler birlikte intihar/genişletilmiş intihar diyebileceğimiz bir fenomeni de oluşturuyor. Düşmanın eline geçmeden önce insanlar intihar etmeyi seçiyorlar. Anneler çocuklarını düşmanlarına bırakmamak için çocuklarını öldürdükten sonra intihar ediyorlar. Her ne kadar bu olaylar intihar gibi görülse de bir anlamda intihara zorlama, intiharı zorunlu kılma da burada önemli rol oynar.
Soykırımcılar mutlaka zulmün dozunu biraz daha artırma yöntemi bulurlar. 1942 yılından bir Nazi raporunda şu ifadeler geçer: Anneler ve çocuklar öldürüldüğünde önce çocuklar öldürülmeli. Anneler önce öldürülürse çocuklar ağlayıp kafa şişirebilirler.[12] Yani anneler katledilmeden önce kendi çocuklarının katledilmesine tanık olurlar… Farklı coğrafyalarda benzer, hatta aynı zulümler yaşanır. Seyit Rıza, idam edilmeden önce son arzu olarak oğlundan önce asılmak ister. Oğlunun ölümüne tanıklık etmek istemez ki bu isteği de yerine getirilmez. Seyit Rıza’yı oğlundan sonra asarlar.
Savaş biter. Yenenler tüm iğrençliklerini yenebilenlere yaşatırlar. Bu yüzyıllardır yaygın, yenen erkeğin zafer ritüelidir. Kan dökülür, anlamsız, ahlaksız öldürmeler, tecavüzler, zulümler... Sadece travma da değil, aynı zamanda bir insanı aşağılamanın en etkin yolu. Bu tecavüzlerden hamile kalan kadınların çocukları ya da kadınlar karınlarındaki çocuklarıyla öldürülürler. Tecavüz hamilelikleri çok sorunludur ve düşmandan olan hamilelik daha da kirli ve kötüdür. Ölümle tecavüz edilen kadına kesilir fatura… Eğer düşmanla aşk ilişkisi yaşayan kadınlar hamile kalmışlarsa düşmanlar gittikten sonra da bu kadınlar ve hamilelikleri bazen çok canice cezalandırılır. Irkçılıkta ırkçı grup kanının, dölünün temiz ve arı olduğunu düşünür ve grup dışındaki ilişkileri ve doğan çocukları ırkın kirlenmesi olarak görür. Her ne kadar zulüm buralara kadar varmasa da Kürt’e/Türk’e, Alevi’ye kız vermememin mantığı da özünde bu ırkçılığa tekabül eder.
Geçtiğimiz yüzyıl çok kanlıydı ve çeşitli soykırımlar çeşitli coğrafyalarda yaşandı. Toplumlara düşmanca kutuplaşmalar ve bunun sonunda kıyımlar. Byung-Chul Han her çağda bir hastalığın çok belirginleştiğini ve geçtiğimiz yüzyılın da antibiyotik bulununcaya dek bakteriyel hastalıkların çok olduğunu yazar.[13] Savunma mekanizmaları yabancı ne varsa vücudun/toplumun dışına atıyordu. İnsanlar vücutlarına yabancı olan ve dışarıdan gelen "yabancıyı"/mikrobu elimine ediyor. Yabancıdan/mikroptan kaçınmak mümkün olmayınca problem oluyordu. Ve mikropsa eğer yabancı/öteki yok edilirdi.
İTAAT VE KÖTÜLÜĞÜN ORTAYA ÇIKIŞI: MİLGRAM DENEYLERİ
Goffman, askerin orduda kaçma olasılığı olmamasını, "düzenlenmiş kadercilik" olarak değerlendirir ve bu durumu boyun eğmenin aşağılanma yerine kahramanlık olarak algılanmasına dönüştürür.[14] Bazı gruplar, kişinin bağımsızlık hissini kısıtlayarak hiyerarşik bir yapıya sahiptir. İdeoloji, bir hapishane gibi insanların düşüncelerini sınırlayabilir ve bu durum, gençlerin ve çocukların kendi yaşadıkları koşulları kahramanlık olarak görmelerine ve bunu kişisel güçleri olarak kabul etmelerine neden olabilir. İtaat, burada güçlü olmanın bir göstergesi olarak içselleştirilir. Haz, günah ve yasak olarak sunulur ve kabul edenler daha sonra bu durumun kendi istekleriyle gerçekleştiğine inanarak hayattaki nimetlere erişememenin bir ifadesi olarak görürler, bunu kişiliklerinin sağlamlığına bir işaret olarak yorumlarlar.
Birçok insan, kötülük yapma eğilimindedir. Bu, çoğumuzun "kötü" olmamasının yaşadığımız koşullarla da ilişkili olduğu bir gerçektir. Bu, kötülüğü övmek veya kötüyü normalleştirmek anlamına gelmez. Kötülüğü belirli insan özellikleri olarak tanımlamak, kötüyle mücadeleyi zorlaştırabilir. Önemli olan, kötülüğü besleyen ortamları ortadan kaldırmak ve kötülüğün cazibesine karşı koymaktır. Yani, insanları iyi ve kötü olarak kutuplaştırmak yerine, kötülük yapanlarla mücadele etmek ve onu engellemek daha önemlidir.
Kötülüğe eğilimi gösteren Milgram Deneyleri'nde de[15] görüldüğü gibi, Milgram, Nazi rejiminin nasıl başarılı olduğunu ve insanların sorgusuz sualsiz nasıl zalimleştiğini anlamak için çeşitli deneyler yaptı. Benzer deneyler, farklı zamanlarda ve farklı ülkelerde yapılarak, insanların neden sorgusuzca itaat ettikleri ve zulüm uyguladıkları araştırıldı ve sonuçlar benzerlik gösterdi.
Milgram, özel bir durum yaratıyordu: Deney ortamı. Bu ortam, olağan bir ortam değil, belirli bir mekânda, belirli koşullarda ve yönlendirmelerle oluşturulan bir durumdu. İnsanlar, deneye katılarak "insanlığa katkıda bulunmak" gibi önemli bir görev üstlendiklerini hissederlerdi. Dolayısıyla, sıradan insanların "insanlık" gibi yüce bir konuya katkıda bulunacaklarını sanmaları, bu olağanüstü durumu pekiştirirdi.
Deney yöneticisi, bir "yönetici" konumunda olduğu için sorgulanmazdı ve bu da ona formel bir güç, iktidar ve otorite pozisyonu kazandırırdı. Ayrıca, otoriter sistemlerde itaatin bir sosyalizasyon mekanizması olduğunu belirtmek önemlidir. Otoriteye itaat etmeyi öğrenmiş bireyler, otoriteye itiraz etmeye veya ona karşı gelmeye kalktıklarında, kaosun ortaya çıkacağını düşünebilirler. Benzer şekilde, cemaatler de mensuplarına otoriteye itaat etmemenin sonuçlarının felaket olacağı korkusunu verirler.
Milgram Deneyi'nde, deney yöneticisi bir denek üzerinde öğretmenlik rolü verirdi. Öğrenci olarak nitelendirilen kişi, yanlış cevaplar verdiğinde, öğretmenin cezalandırma amacıyla elektrik vermesi gerektiğini söylerdi. Her yanlış cevapta elektrik voltajı arttırılırdı. Sonuç olarak, birçok denek, öğrenci rolündeki kişinin çığlık atmasına ve yalvarmasına rağmen, elektrik şiddetini arttırmaya devam ederdi. Hayır dediğinde veya itiraz ettiğinde, kendisi için hiçbir olumsuz sonuç olmamasına rağmen acımasız olmaya karar verirdi.
Deneyin sonunda, deneklere verilen elektriğin aslında doğru olmadığı ve öğrencinin rol icabı çığlık attığı söylendi. Bu deney, insanların otoriteye bağımlılığının ve zalimliğin her kültürde ortaya çıkabileceğini göstermektedir.
Milgram Deneyi, bir gerçeği daha vurgular: Kötü, filmlerde gösterildiği gibi stilize edilmez. Yani, filmlerdeki kurguda kötü insanlar kötülük yapar, iyiler ise iyilik yapar anlayışı, bu deneyle sorgulanmıştır. Sıradan insanlar otoriteye boyun eğerek zalim olabilirler. Hannah Arendt'in de değindiği "kötülüğün sıradanlığı" var olan bir gerçektir.[16] Arendt, Eichmann'ın yargılanmasını izleyerek Nazi'nin sıradan bir şekilde, sadece işini yaparak binlerce insanı ölüme gönderdiğini anlatır. Milgram da sıkıcı, sıradan, ortalama insanların zulme yatkınlığına vurgu yapar.
Özellikle ırkçı gruplar hiyerarşik ve askeri bir düzen kurarlar. Bu hiyerarşi, aynı zamanda otoriteyi düzenler. Kimin üstte olduğu, kimin altta olduğu kesin bir şekilde belirlenir. Her birey emir alan ve emir veren, itaat eden ve edilen olabilir. Emri yerine getirenler vazifelerini yaptıkları için de kişisel sorumluluk üstlenmezler. Hiyerarşik ve otoriter örgütlenmelerde "kötü" anonimleşir. Kötüyü emreden de emir alan bir kişidir, çünkü onun da bir üstü vardır. Yüce amaçlar (vatan için, devletin çıkarı, dava gibi) bu tür örgütlenmelerde kutsal olarak gösterilir. Bu nedenle emir sorgulanamaz, sorgulama kuşku olarak kabul edilir ve bu tür örgütlenmeler kuşkuya, eleştiriye izin vermezler. Bu tür örgütlenmeler, kolektif "biz"e odaklandıklarından birey önemsizleşir. Bu bağlamda, verilen emrin uygulanmasıyla ortaya çıkan zulmün bireysel sorumluluğu minimalize edilir.
Ayrıca, zulmün muhatabı olan mağdur/öteki sürekli aşağılanır ve insandışılaştırılır, böylece zulüm meşrulaştırılır. Mağduru değersizleştirmek, zulme gerekçe olur. Ayrıca, yapılan eylem ile sonuç arasındaki bağ koparılır. Bir düğmeye basarak binlerce insanı öldüren bir pilot, yaptığı eylemi sadece bir düğmeye basmak olarak tanımlar ve bunu zulüm gibi algılamaz. Ayrıca, yapılan iş onurlu olarak lanse edilir. Kameralar önünde bir kişinin boğazını kesen bir İslamcı, bunu İslam ve Tanrı için, yani onurlu bir iş olarak sunar. Bu bağlamda, suç ve suçluluk duygusu oluşmaz.
İnsanlar kendilerine verilen emre neden sorgusuz sualsiz uyarlar? İtaatsizlik, emir verenle alan arasında bir gerilim yaratır, çünkü bu, o anki uyumun bozulduğu, uyumsuzluğun anıdır. İşte bu durum gerilim yaratır.
Çocuklara öğretilmesi gereken ve gelişimlerinde önemli bir rol oynayan bir olgu vardır: "Hayal kırıklığı hoşgörüsü" (Frustartionstoleranz). Bebeğin her isteği yerine getirilir. Ağladığında annesi yanına koşar ve ihtiyaçlarını giderir. Ancak bir dönem sonra, anne çocuğun davranışlarına tepki verme konusunda daha temkinli hale gelir. Örneğin, anne bir işle meşguldür ve çocuk uyandığında hemen yanına gitmez. Bu erteleme, çocukta bir gelişime yol açar: Anne benim dışımda biridir ve kendi hayatı vardır. Çocuk, anneyle kendisinin yapışık şekilde yaşayan kişiler olmadıklarının farkına varır. Annenin ertelemesine rağmen çocuğa tepki vermesi, çocuğun annesine güveninin sürmesini sağlar.
İşte bu ertelemeyle oluşan şey hayal kırıklığı hoşgörüsüdür. Ancak çocuğu yetiştiren kişi (anne pozisyonu) bu erteleme yeteneğine sahip değilse ve çocuğun hareketlerine hemen tepki gösterirse, çocuk bu durumu kendi korkusunun onayı gibi algılar. Bu durumda çocuk, sürekli uyum içinde olmaya çalışan biri olur. Yani anneyle çocuğun istekleri arasındaki farklılık veya erteleme adeta bir felaket olarak algılanır, korku yaratan bir durum olarak içselleştirilir.
Yahut anne, çocuğun tepkilerini umursamaz. Çocuk bir dönem sonra uyandığında annenin tepki vermeyeceğini bilir, bu yüzden anneye yük olmamaya çalışır. Kendi arzularını ve gereksinimlerini göstermenin anneleriyle arasındaki uyumu bozacağı duygusunu içselleştirir ve bu nedenle anneden vazgeçer. İşte bu çocuklar bebekken itaate başlar ve uyum bağımlısı olurlar. Daha sonra bu tutum, otoriteye/anne-babaya/hocaya itaatkarlık olarak, onlara yük olmamak şeklinde sürdürülür.
Otoritenin buyruklarını yerine getirmemek huzursuzluk yaratır. Bu huzursuzluğa tahammül edilemediğinden, korkuyla emirleri hemen yerine getirirler. Başka bir boyut ise otoriteye tabi olmayı bir biçimde de kötülük olarak bilmesine rağmen, korkudan ve huzursuzluktan bunu bastırmasıdır. İşte verilen emirle başkalarına kötülük yaparken aynı zamanda faille, yani kendisine kötülük yapanla özdeşleşmiş olur. Emir alır ve itaat ederken olur, emri uygular ve fail olur, bu faillikle de mağduriyetinden kurtulduğunu sanır. Emrin kutsal tarafından verilmesi ise, zulmün kutsal için yapıldığından, yapılanın zulüm olarak algılanmasını engeller.
Philip Cole, Valeri Flint'in "Şeytan" üzerine yazdıklarına gönderme yaparak, savaşarak askeri bir başarı şansı olmayan grupların kendilerine hasım olarak içlerinden "düşman" bulup bu grubu kötücül ilan ettiğini belirtiyor.[17] Otoriter örgütlenmeler, genellikle kendi iç düşmanlarından korkarlar. Bu iç gruplar şeytanlaştırılır ve grubun üyeleri onların çok tehlikeli olduğuna inandırılır. Bu gruplar artık başka bir işlev kazanır: "Yahudilik artık ahlaki bir kimliktir, etnik değil."[18] Bu tür gruplar, şeytan figürünü sıkça kullanır çünkü bu figür patolojik bölünme için çok uygundur. Şeytan kötülük ister ama kötülük yapamaz, çünkü "bağımsız bir varlık değildir."[19] Dış güçler vardır (Batı, emperyalizm, gâvurlar) ve bu dış güçlerin içimizde işbirlikçileri vardır. Şeytan (genel, kozmik kötü, somutlanamaz, kişiselleştirilemez, nesnel olmayan kötü), kötülük yapamaz, insanları ayartarak kötü yola götürür (işbirlikçiler, "kişileştirilen ve "nesneleştirilen" kötü).
İç gruplar, şeytana uymuş kötü gruplar olarak sunulur. Şeytanla savaş, bu düşman ilan edilen gruplarla savaşa dönüştürülür. Şeytanın ahlaki ve etik değerleri olmadığından, şeytanileştirilen gruplarla savaşta hiçbir insani değer geçerli değildir. Burada ölçüsüz zulüm, dinsel bağlamlara yerleştirilerek suç ve günah olmaktan çıkarılır. Şeytan aslında "doğaüstü değil, politik bir varlık"tır. Şeytan insanı ayarttığından kötü konuşur, düşünür, insan kılığındadır.
Cole, kötülükten söz ederken bir ayrım yapar: "Saf veya mutlak kötülük." Kastettiği saflık naiflik değil, sadece kötülük, yani sonuçlarının, niyetin kötüyü içermesidir.
Engizisyon mahkemelerinde temel olarak tartışılan konu, Tanrı'ya rağmen kötünün yeryüzünde nasıl var olabildiğiydi. Bulunan cevap "Tanrı kötüye insanları sınamak için izin veriyor"[20] biçimindeydi. Şeytan, insanları ayartarak amacına ulaşır. Bizi ürküten kötünün bize çok çekici geldiğini söyleyen Zimbardo, iyi ve kötünün birbirinden uzak ve ilişkisiz kurgulanmasının insanın kendisini "iyi" olarak tanımlamasını kolaylaştırdığını, süblimasyonun iyi-kötü arasına duvar ördüğünü söylüyor. Süblimasyon, insanları sorumluluğun dışına çıkarır. Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı"ndan söz ederken kötüyü sıradanlaştırmadığı, Eichmann'ın, çok sıradan bir insanın vazife olarak kötülük yaptığının altını çizdiği belirtiliyor.[21]
Auschwitz gibi insanlık tarihinin en büyük facialarının korkutucu kişiler tarafından değil de daha ziyade sıradan, adi kişilikler tarafından işlendiğini görüyoruz. Neiman, kötünün felsefedeki tarihini araştırdığı kitabında Arendt'e gönderme yaparak düşüncesizliğin kötü niyetlilikten daha büyük felaketlere neden olduğunu yazar.[22] Neiman'a göre önceleri "kötü"nün, örneğin, doğal faciaların Tanrı'dan geldiği düşünülürken ve buna karşı dinsel ritüellerle önlemler alınırken günümüzde kötü insanı "çaresiz kılıyor"dur.[23] Lizbon depremi ve sonrasındaki tartışmalarda sorumlu kutsalın alanında aranırken, Auschwitz'in açıklaması ise bir bakıma hiçbir açıklamasının olmamasıdır.
Milgram deneylerini düşünürken, bu deneylerin laboratuvar ortamında olduğunu ve reel olarak da deneyin bir işkence zulmü olmadığını unutmamak gerekir. Soykırım bağlamında durum biraz farklıdır. Faillerle mağdurlar arasında reel bir sosyal ilişki vardır. İnsanların ortak tarihleri, hikayeleri vardır. Ve insanlar komşulardır. Bir de lider kendinden emin ve kararlı göründüğünde, emire itaat daha kolaydır. [24] Emire itaat, otoriter ve hiyerarşik örgütlenen kültürlerde daha kolaydır veya o tür örgütlenen kurumlarda (mesela ordu, dini kurumlar gibi) emir genellikle sorgulanmaz.
Şahap Eraslan kimdir?
1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.
KAYNAKÇA
[1] Täter. Wie aus ganz normalen Menschen Massenmörder werden [Failler. Normal İnsanlar Nasıl Toplu İmhacı olabiliyorlar] (Fischer Verlage, 2006), 9. baskı.
[2] Welzer, age, s. 7-8.
[3] age, s. 9.
[4] Klaus Dörre, “Kontrolverluste, Autoritarismus, Extremismus in Grossen Transformation”, Treiber des Autoritären içinde, ed. G. Frankenberg & W. Heitmeier (Campus Verlag, 2022), s. 215.
[5] Welzer, s. 14.
[6] age, s. 27.
[7] age, s. 31.
[8] age, s. 38.
[9] Helden Über Massenmord und Suizid [Kahramanlar, Toplu Katliamlar ve İntihar üzerine] (Mathes&Seitz Verlag, 2016), s. 190.
[10] age, s. 191.
[11] age, s. 193.
[12] Welzer, s. 186.
[13] Müdigkeitgesellschaft, 2012, Matthes&Seitz, s. 7.
[14] Goffman, Interaktionsritule (Suhrkamp Verlag, 1999) 5. baskı, s. 253.
[15] Stanley Milgram, Milgram Experiment (Rororo Verlag, 2021), 22. basım.
[16] Eichmann in Jerusalem (Piper Verlag, 2021), 17. basım.
[17] Philip Cole, Kötülük Miti, çev. Reha Kuldaşlı (İş Bankası Kültür Yayınları, 2022), s. 44.
[18] age, s. 248.
[19] age, s. 3-4.
[20] Philip Zimardo, Der Luzifer-Effekt (Springer Verlag, 2007), s. 7.
[21] Ahrendt, age., s. 371
[22] Susan Neiman, Das Böse denken (Suhrkamp Verlag, 2006), s. 15.
[23] age, s. 350.
[24] Welzer, s. 111.