İnci Hekimoğlu
Kaç 700 hafta gerekir adalet için
Cumartesi İnsanları/Cumartesi Anneleri 700 haftadır kan revan içinde yürüyorlar.
Ne dikenli patikalar, hâki asfaltlar, duble yollar, keskin virajlar, viyadükler gördüler de geri dönmediler.
"Beni bul anne" diyen o çığlık yankılanıp, yayıldıkça yola çıkanların sayısı arttı, adımlar hızlandı...
Ama varılan her durak çıkmaza, her ışık karanlığa kapandı.
"Firat’ın kıyısındaki koyundan" sorumlu olanlar, yok edilen binlerce can için zerre kadar utanç, sorumluluk, yürek sızısı duymadılar.
‘Devlet’ olmak böyle bir şeydi; tek bir canın akıbeti öğrenilse, tek bir kişi için bile adalet yerine getirilse "bir tuğla çekilmiş olur, duvar yıkılırdı"!
Zaten yakınları için ‘kayıp’ kavramı da ‘devlet’ de hiç bizdeki karşılıklarına denk düşmüyordu.
2009 yılında "Fırat’ın ötesi adaleti çağırıyor" başlıklı dizi yazı için görüştüğüm ‘kayıp’ yakınlarının yarattığı travmayı anlatmakta da aktarmakta da çok güçlük çekmiştim.
"Söze çocuğunun, babasının ya da kardeşinin kayıp olduğunu söyleyerek başladı çoğu. Ama öyküleri ilerledikçe kayıp olmadıklarını fark ettim. Onlar ‘kayıp’ı, yitirdikleri canlar için kullanıyordu. Kayıp kavramını, bizdekinin tersine 'belirsizliği' dışlayarak kullanıyorlardı. Faili meçhulleri de öyle. Çünkü nereye gittikleri de belliydi, kimin aldığı da, öldüren de. Kayıp dedikleri, alamadıkları cenazelerdi, bir mezarı bile olmayanlar."
‘Kayıp’ kavramını nasıl belirsizlikleri dışlayarak kullanıyorlarsa, ‘devlet’i de soyut bir kavram olarak kullanmıyorlardı. Öykülerinde geçen asker, polis, itirafçı, JİTEM’cileri önce ‘devlet’ olarak adlandırıyor, isimlerini sonra, sorunca söylüyorlardı.
Bu dizi yazıyı yaptığım Erdoğan iktidarının ilk yılları, Ergenekon davası kapsamında JİTEM’cilerin alındığı ve Erdoğan’ın "Demokratik Açılım" kapsamında şu sözleri verdiği zamanlardı:
"Demokratik sürecin geriye doğru işlemesine izin vermeyeceğiz. Türkiye'nin düşünen, yazan, çizen kesimiyle görüşüyoruz. Ama bunu hazmedemeyen siyasetçiler olduğunu da gördük. Çünkü düşünceye saygısı olmayanlar, düşünce hürriyetinden bahsedemezler. Özgürlüklere tahammül edemeyenler özgürlükten bahsedemezler. Din ve vicdan özgürlüğünü hazmedemeyenler, din ve vicdan özgürlüğünden bahsedemezler. İşte bunu hazmedemeyenler zaten adeta güneş karşısındaki kartopu gibi erimeye mahkumdurlar. Biz bunlara aldırmadan yolumuza devam edeceğiz."
Kürt halkında değil, toplumun büyük kesiminde, yıllardır özlemi duyulan barışın, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün ‘devlet’in başındaki biri tarafından dillendirilmesi bile yetmişti umut yaratmaya.
Bu sözlere güvenen Kürt halkı, 80’lerde başlayıp, 90’lı yıllarda kitlesel kıyım haline gelen imha ve inkar politikalarının sonuna gelindiği inancıyla savcılıklara dilekçe yağdırmaya başlamıştı.
Taradığım binlerce dilekçedeki korkunç tanıklıkların hepsiyle görüşme fırsatım olamayacağı için bazılarını seçmiş ama yine de onlarcasını dinlemiştim.
Günlerce uyuyamadım. Anlatılanlar kare kare gözümün önündeydi. Oysa hiç biri bilmediğim, ilk kez duyduğum şeyler anlatmamıştı. İlk ağızdan dinlemekle uzaktan duymak aynı şey değildi! Ağır suçluluk duydum, utandım... Buz kestim.
Aktaracağım tek bir tanıklığın bile çocukların hangi koşullarda büyüdüğünü, hangi vahşetlere tanık olduğunu, Kürt halkının maruz bırakıldığı adaletsizlik ve dışlanmanın boyutunu anlatmaya yetecektir diye düşünüyorum.
Nevzat Polat, babası Sabri Polat ve amcası Abidin Polat’ın gözaltına alındığı1994 yılında henüz 14 yaşlarında bir çocuktur. Babası ve kardeşiyle Şırnak’tan amcasının tarla işlerine yardım için Buğdaylı Köyü’ne gelirler.
Nevzat gerisini şöyle anlatır: "Amcam pamuk ekmişti. Ben, kardeşim ve tarlada çalışırken uzaktan bir askeri aracın geldiğini gördük. Ama fazla ilgilenmedik. Aklımıza hiç bizle ilgili bir şey olabileceği gelmedi. Askerler bizim orda durup, ‘Sabri ve Abidin Polat kim’ diye sordular. Ortaköy Karakolu’ndan Gökhan adlı bir astsubaydı komutan. Ortaboylu, siyah saçlı biriydi. Babamla amcamı tekme tokat döverek araca bindirdiler. Ben o güne kadar hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım. Kardeşim Ali de 12 yaşlarındaydı o zaman. İkimiz ağlaya ağlaya arabanın peşinden koşmaya başladık. Yaklaşık iki km. falan koştuk arkalarından. Bizi fark edince durdular. İkimizi de dövüp ‘geri dönün’ diye bağırdılar. O sırada pamuk tarlalarının arasında beyaz bir Toros arabayı fark ettik. Babamla amcamı askeri araçtan indirip, o Toros arabaya bindirdiklerini gördük. İki gün sonra amcamı bıraktılar. Ama üçüncü gün yeniden çağırdılar. Ben ‘amca gitme’ dedim. ‘Gitmezsem devlete karşı suçlu konuma düşerim’, dedi ve gitti. Bir daha ikisini de görmedik."
Dilekçelerin sonucu ne oldu, diye sorarsanız HİÇ!
Bu kadar da değil.
Dönemin başbakanı 2015 yılında Van’daki seçim mitinginde oy almanın tek çaresini tehditte gördüğünden Kürt halkının gözüne bakarak, "AK Parti iktidardan indirilirse eskiden olduğu gibi 'Beyaz Toroslar' dolaşacak" dedi.
Yandaş yazarlar Kürt halkını ve Kürt siyasetçileri ‘Toros’larla tehdit etmeye devam etti.
90’lı yılların sözlü ve yazılı tarihini içeren o dilekçelerde yer alan isimler, rütbeliler, memurlar, erler, eşgali verilenler yani işkenceci ve katiller hakkında hiç bir işlem yapılmadı.
Çeşitli davalardan yargılananlar da ya beraat etti, ya suç niteliği değiştirilerek, ceza indirimleri yapılarak serbest bırakıldı.
Evet, ‘duvar’ yerinde duruyor. Cumartesi İnsanları da ....
Belki bir, belki birkaç 700 hafta daha geçer ama o ‘duvar’ bir gün yıkılır. Bu umudun adıdır "Cumartesi İnsanları".