Erol Köroğlu
Kadınlara dönük bir kâbus olarak “Türkiye Yüzyılı”
Berrin Sönmez’in yazılarını okuyor musunuz? Gazete Duvar’da yazıyor. Okumuyorsanız, okumanızı tavsiye ederim. Özellikle son üç yazısını: 9 Eylül tarihli “İktidarın Ekim Planı Nasıl Bozulur?”, 11 Eylül tarihli “AKP’nin Anayasa Fetişizmi” ve 14 Eylül tarihli “Mahsa Jina Amini ve Korkuların Kökeni”
Berrin Sönmez bu yazılarında, iktidarın “Türkiye Yüzyılı” sloganı altında, 30 Ekim’den itibaren mecliste son derece süratli bir yasama hamlesiyle Medeni Kanun ve aile hukukunu, cumhuriyetin ilk yüzyılındaki laik uygulamadan kopartarak, dine göre belirlenen bir yapıya dönüştüreceğini anlatıyor. Sönmez’in yazıları son derece ayık ve aşırı tepkisellikten uzak, olup bitene akılla bakan yazılar. 9 Eylül tarihli ilk yazıdan aşağıya koyacağım şu uzunca alıntı, ne demek istediğimi anlatabilecek temsil gücüne sahip:
“Peki Meclis’te Ekim başından sonuna kadar neler yapılmak isteniyor derseniz tabii ki ilk iş Medeni Yasa olacak. Yasada Selefi-ataerkil yorumlarla yapılacak değişiklikler 2019’dan beri hazır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılı değil Türkiye Yüzyılı adı verilmesi buradan kaynaklanıyor olmalı. Zira Medeni Yasa ve bir bölümünü oluşturan Aile Hukuku, referansını din kurallarından almayan laik bir kanun. Çoğu zaman kağıt üstünde kalmış bile olsa cinsiyet eşitliğini gözetir. İşte bu hükümlerin kağıt üzerinde kalmasına bile tahammül etmeyen marjinal bir grubun azınlık tahakkümünde yaşatılıyoruz. 30’ların 40’ların parti devletine geri dönüldü. Güç bende diyen bir azgın azınlığın acelesi var, 30 Ekim sabahına dini aile hukuku adı altında erkek egemen sistemde uyanmak istiyorlar.”
AKP TUTUCULUĞU GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ
Berrin Sönmez’in son derece önemli uyarılarını ve değerli düşüncelerini önümüzdeki haftalarda konuşmaya devam edelim. Çünkü AKP ve müttefiklerinin uzun yıllardır süren bu tutuculaştırma ve toplumsallığı ülke çoğunluğunun kabul etmediği son derece geri bir noktadan yeniden oluşturma çabası, şu veya bu noktadan özgürlüğü ve özgürleşmeyi öne çıkaran her kesimin dikkat kesilmesi ve önünü almak için mücadele etmesi gereken bir sorun.
Bu sorunu AKP’nin iktidara gelişine endekslemek ise bir miyopluk sorunu. Berrin Sönmez’in yukarıda alıntıladığım pasajda geçen “30’ların 40’ların parti devletine geri dönüldü” cümlesine dikkat etmek gerekiyor. Konuya yaklaşımı klasik “siyasal İslamcı-ulusalcı” zıtlığından kurtarmak gerekiyor. Bu klişeleşmiş zıtlık, özgür düşünebilen bireyleri bir kültür savaşının fanatik savaşçıları haline getiriyor. O noktadan sonra ortada sadece köpüren ağızlar kalıyor zaten ve akıl rafa kaldırılıyor. Artık ortak bir eylem üretmek, ortaklıkları bulup geliştirmek olanaksız hale geliyor.
2010 civarında, henüz devletin AKP ile uzlaşmadığı ve çarpışmakta olduğu dönemde, bir özel okulun öğretmenleriyle, bir grup tarihçi ve edebiyatçı olarak bir toplantı yapmıştık. Türkiye’de çocukluğun ve militarizmin tarihi üzerine kitapları olan dostum Güven Gürkan Öztan, Milli Eğitim ile ilgili, sanırım mevzuata dahil bir metinden bir parça okudu ve bu sizce hangi dönemde yazılmıştır diye sordu. Öğretmenler “tabii ki, şimdiki AKP hükümeti” dediler. Öztan, bu okuduğu metnin Atatürk döneminden olduğunu söyleyince öğretmenlerin bazıları çok kızdılar ve bağıra çağıra Öztan’ı protesto ettiler.
MUASIR MEDENİYETE DESTUR ÇEKMEK
İki hafta önceki yazımda Nahit Sırrı Örik’in “Dansöz” başlıklı kısa öyküsünü tartışırken, Hindistan’daki Maduniyet Okulu’nun önemli isimlerinden Partha Chatterjee’nin Doğu toplumlarındaki milliyetçilikler hakkında kullandığı “tematik ve problematik” ayrımına gönderme yapmıştım. Doğulu milliyetçiliklerin, Atatürk’ün de ülkeyi “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak” vecizesinde ifade ettiği biçimde, Batı’nın temsil ettiği evrensel değerlere yetişmeyi hedefleyen bir tematik programı vardır. İnsan hakları, demokrasi, bilimin ve aklın ön plana geçmesi ve daha aklınıza gelecek her tür Batı kaynaklı olumlu hedef burada mevcuttur.
Ne var ki, Chatterjee bize, eve ait olanın, namahremin problematik olduğuna işaret eder. Yukarıdan bazı Batılı değer ve hedefler işaret edilebilir ama kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmeli ya da bahşedilmelidir, onların mücadelesi sonucunda elde edilmemelidir. İşçiler onlara verilecek maaşlarla yetinmeli, sendikal mücadeleden uzak durmalıdırlar. Hatta durumu kendi ülkemize yansıtarak düşünmeye devam edersek, haklar ve özgürlükler konusu etnik açıdan Türk olmayanların bunu ifade etmekten kaçınması, dillerini öğrenme ve öğretebilmelerinin engellenmesi, her tür farklı inanç ve etnik kimliğin bastırılması şeklinde ortaya çıkacaktır. Yani ülke muasır medeniyet seviyesine çıkacaksa çıkar ama o zaten siha olur, diha olur, uçak ve denizaltı olur, öyle olur olmaz özgürlükler olmaz, olamaz.
Bugün ulaştığımız durum elbette son derece girift ve tek ya da bir iki etkenle, basitçe açıklanacak bir durum değil. Fakat Türkiye’nin tutuculaştırılması projesinin, belki şu anda değiştirilmeye çalışılan Medeni Kanun ve aile hukukunun belirlendiği döneme uzanan kökleri var. Bunu görebilmemiz lazım.
“DOĞRU KADIN”I YARATAMADIK YÜZ YILDA!
Cumhuriyet Batıcı ve Türkiye’ye özgü bir laiklik sistemi üzerinden hareket etti. Bu yüz yıllık gelişim bir yandan kadınların daha fazla toplumsal yaşama dahil olmasını sağlarken, bir yandan da sürekli olarak bunu kontrol altında tutmaya çalıştı. Şu yüz yıllık cumhuriyet tarihinin en önemli meselelerinden birinin kadının ne olacağı meselesi olduğunu iddia edebilirim. Türkiye toplumunun, “doğru Batılılaşma” gibi, bir “doğru kadın olma” sorunsalı da vardı ve hâlâ var. Var, çünkü erkek iktidarı, ataerkil hegemonya bunun üzerinden kuruluyor.
Ataerkil düzenin kadına bakışı adeta bir borsa gibi. Kadınları düzenlemeye ve yönetmeye takıntılı erkekler olarak her gün kalkıyor ve uzun uzun düşünüyoruz: “Bugün kadınların etek boyu tam olarak ne kadar olmalı? Dizin ne kadar yukarısında ya da ne kadar aşağısında?” Makyaj düzeyi, okuması ve/veya çalışması, eşini nasıl seçeceği, kariyer mi yoksa çocuk mu yapacağı, bakireliği... Kadınların her şeyi erkeklerin kontrolü altında. Kadınlara dönük sözlü ve fiziksel tacizin bile temelinde bu var. Kadına kontrol altında olduğunu ve hep ikinci cins, madun, bağımlı olduğunu hatırlatmak.
Mesleki deformasyonumla yine edebiyattan söz edeceğim. Şu sıralar, telif hakkı süresinin de dolmasıyla yayınevlerinin gözdesi olan bir yazarın, Memduh Şevket Esendal’ın, 1946’da yayımlanan ama aslında 1930’lar Türkiye’sinde geçen “Kızımız” kısa öyküsü üzerinden söz kuracağım.
Aynı zamanda bir dışişleri görevlisi ve CHP üst düzey yöneticisi olan Esendal, erken cumhuriyette modernleşen, daha doğrusu geleneksel ve dinsel belirleyicileri terk ederek asrileşen bir Türkiye’yi anlatmakla ünlüdür. En çok bilinen romanı Ayaşlı ile Kiracıları’nda erken cumhuriyetin yeni başkentine gelerek kamusal ya da özel alanda kendilerine gelecek kurmakla uğraşan genç erkek ve kadınların, oldukça serbest ilişkilerini anlatır mesela. Fakat bu asri serbestlik doğrudan doğruya eleştirilmese bile romanın sonunda yine de mazbut aile değerleri tercih edilerek, serbestliğin sadece geçici bir şey olduğu ortaya koyulmuş olur.
“DOĞRU DAYI SORUNSALI” ETRAFINDA “KIZIMIZ” ÖYKÜSÜ
Esendal’ın CHP’liliğine ve modern hayatı kötülemeden aktarmasına rağmen aslında muhafazakâr oluşu çeşitli yazarlar tarafından tartışıldı. Daha da tartışılmaya ihtiyacı var. Burada anacağım “Kızımız” öyküsü ise, değişen hayatla birlikte modernleşen orta sınıf kadın yaşamına yazarın nasıl olumsuz gözlerle baktığını örnekliyor.
“Kızımız”ın bir ben anlatıcısı var. Tıpkı Esendal gibi bir dışişleri görevlisi. Bir aylığına diye Mısır’a gidiyor ve orada 18 ay kalması gerekebiliyor mesela. Ayrıca Ankara ve CHP ile, partinin ideolojisiyle yakından ilişkili olduğu da belli oluyor. Anlatıcı İstanbul’a geldiğinde ablasında kalıyor. Abla da enişte de, varlıklı insanlar ve çalışmıyorlar. Genç bir kızları var ve öyküye adını veren bu “Kızımız,” gazetecilik yapan Tahir ile evli. Tahir’e karısı “Tata” diyor ve onu sürekli sinemalara ve dans partilerine götürüyor. Genç erkekler ve kadınlar böyle ortamlarda birlikte eğleniyorlar. Anlatıcının ablası da kumar oynayarak ve gençliğinde çok iyi öğrendiği ev işlerinin hiçbirini yapmayarak yaşıyor.
Anlatıcı Mısır’dan döndüğünde bir bakıyor ki, neler olmuş neler! Tata, karısının bir kadın arkadaşıyla evden kaçmış ama kısa bir süre sonra bu kaçak ilişki bitivermiş ve karısına yalvararak ona geri dönmüş. Gelişmeleri eniştesinden dinleyen anlatıcı, yaşadığı asri hayat nedeniyle az kalsın kocasını kaybedeceği için akıllanan kızımızın, ona gelip ricada bulunmasıyla şaşırıyor. Kız, bir daha ters bir durum yaşamamak için kocasına Ankara’da bir iş bulunmasını istemektedir.
Kocaya kömür işletmesinde bir iş bulunur ve genç çift Ankara’ya taşınırlar. Bundan sonra olanlar anlatıcımızı şaşırtacaktır çünkü hiçbir zorlama olmadığı halde, kızımız halkevine girmiş ve oradaki bir elişleri sergisinin düzenlenmesini üstlenmiştir. Yani artık boyalı ve yanlış Batılılaşmış bir kadından, doğru bir Türk kadını olmaya geçiş yapmaktadır ama henüz süreç tamamlanmamıştır. Anlatıcı öyküyü şöyle bağlar:
“Bununla beraber, bu geçen üç ayın bu kızı büsbütün değiştirdiğini söyleyemem. Kız gene eskisi gibi boyanır. Gene tırnakları tavuk tırnağı kadar uzundur. Gene başına, suratını küçülten ve göze batacak kadar biçimsiz bir şapka giyer. Ankara sinemalarında onu görmüş olacaksınız. Saçları, o kalın altın bilezikler gibi yaldız sarısına boyalıdır. Suratının allığı, aklığı bolca sürülmüş ve üstünde çalışılmıştır. Kirpikleri rimelli, kaşlar kaytandır. Dudakları, giydiğine göre, ya vişne şurubu kırmızısı, yahut narçiçeği alı. Kış geleli kara kürk palto giyiyor. Böyle bir bayanla yanında, karaca kuruca bir delikanlı (…) görürseniz, biliniz ki bu bizim kızla Tata’sıdır. Film değiştiği günleri kaçırmazlar. Bakalım daha kaç ay sonra, Ankara, bizim kızın suratını silip yurdumuzun temiz yüzlü kadınları arasına karıştıracak!”
SİLME KİMSENİN SURATINI!
Şu son paragraftan da hissini alacağınız üzere, çok güzel, edebi açıdan çok keyifli bir metindir bu. Ancak kadınlara dönük kontrolcülüğü üzerinden, baştan sona semptomatik bir metindir de. Bize doğru kadının tam bir formülü verilmez ama tüm o makyaj, moda düşkünlüğü, müzik ve sinema ilgisi üzerinden bunların hepsinin yanlış olduğu vurgulanır. Doğru kadın olabilmeleri için, Ankara tarafından suratlarının silinmesi gerekir.
Burada suratlarındaki makyajın ya da Esendal’ın tercih edeceği sözcükle boyaların silinmesi kastediliyor tabii. Fakat bu suratını silme lafı bana İngilizce’deki “defacing” lafını hatırlatıyor. Hani paranın ya da başka yerdeki bir fotoğrafın yüzünü karalar ya da kesici bir aletle tahrip ederler ya, “defacing” o işte. Yani, böyle bir telmih üzerinden manidar bir yanlış okuma üretebilir ve Esendal’ın Ankara’sının kadının kendi suratını silerek onu bir “temiz yüzlü kadın” haline getireceğini düşünebiliriz.
Olup biten hep kadının ona ait bir yüz, görünüm ve kimlikle değil, ona uygun görülenlerle ortaya çıkmasına dönük bir çaba değil mi? Mutlaka doz ve biçim defalarca değişmiştir ama takıntı aynı: Muktedir erkekliğin kadını istediği kalıba dökmesi… Bazen öyküler üzerinden bazen kanunlarla… Bazen ikna ederek bazen ve gerekirse suratını benzeterek ya da silerek.
Gerçek ahlaksızlık, utanmaz arlanmazlık, iblise yakışır despotluk da budur. 2023 yılında nüfusun diğer yarısını kendi istediği gibi çekip çevirmeye çalışan erkeklik utanç duyulası bir şeydir! Tabii “Türkiye Yüzyılı” diyerek İran’dakinden de beter bir rezil rüsvalık ise asıl hedef, diyecek pek bir şey de kalmıyor geriye. Bari farkında olalım, adını tam koyalım, neyle karşı karşıya olduğumuzu bir güzel anlayalım. Propaganda çarkları işletildiğinde, aslında orada duranı adıyla sanıyla biliyor, tanıyor olalım.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.